‘‘Kimsenin oturamayacağı evler yapıyordu. Dokununca dağılan evler. Kül renginde, kendi de kül olan evler. Hani terastan Boğaz’a bakarsınız ya; işte öyle, insana susamış evler. Alev alev evler.’’
Manzarasına tutkun… Bir dağ yamacında hayaline vurgun…
Coşan dalgalar bir tuvalde hayatını çizerken o, bu mutluluğa uçurum kadar uzak, gözünün değdiği yer kadar yakın… Kanatlanışı ölüm kadar yasak…
Seyrinde kaldığı hayatında tüm bakışlardan kaçarken uzak iklimlerin yakın seslerini duyuyordu. Haykırışların yankısı büyüktü. Ne olursa olsun değişmeyen tek gerçek vardı; Ayrıntılarla çok uğraşıyordu.
Hayatı fazla ciddiye almaya gelmezdi. Çizdiği evler kül olurken kendini yakmasına gerek yoktu. Sevinciyle üzüntüsüyle bir değerden çok fazlalık gibi kalıyordu. Zihninin içinde yaşıyordu.
İnsana hararette kızıl kum alevinde demirden oksitlenmiş toprakların içinde durmadan volta atıyordu. Kendisi dışında tüm hayatlara basıp geçmişti.
Kaçak gözlerin gömülü olduğu mezarlıkta ruhu yalnızdı. Yine de bazen kabristana çiçek ekiyor yalan bir masalın gerçekliği hayattan daha dürüst geliyordu. Ve hatta biriken sözlerin dikiş attığı dudaklar hayatın kelimelerini unutuyordu.
Sessiz, hem hakimi hem suçlusudur kendisinin. Hayatı bir mahkeme önünde her gece yargılanır, tadını emer bir vantuz misali hayat sevgisinin. Yaşanmadan yaşadığı hayatın senaristidir, oysa o oyuncu olmayı yeğlemektedir.
Saatin sesini ezberlettiği kulaklara tüm mutlulukları yalan bir hayatın eşiği gibi gelir.
Sessiz kollarına hep sakinliği çeker. Yalnızca yaşadığını hissetmek adına düşüncesinden uzun yollarda yürür. Oysa her adımda bir kez daha kaçak hırslar tuzağına gömülür. Bir insana tesadüf etse zincirlenir sözleri, dolaşan elleri her zaman şaşkınlık ile buluşur. Hayatı cesaretsiz kayıplarında ufalamıştır.
Öylesine sessizdir ki çoğu zaman mutluluğa hasret dua dua tohumlarını eker çiçeklendirsin diye Yaradan.
Vakit ikindiye dönmüş bembeyaz tuvaldeki alevler tüm zamanları bir fırçada çürütmüştü.
Karşısındaki her şey ve herkes sessizleşti. Kırılmanın ortasında kaldığında hava kül rengi bulutlarla döşendi. Çatlaklar tüm dengeyi yerle bir etmeye hazırlanıyor güneş karanlık bulutların arkasına gizlenmiş bir su balonu gibi taşıyor gökyüzünde ateşböcekleri gibi parıldıyordu.
Boyası akan durgun ve unutulan evler çiziyordu. Penceresi çatlak ama hala dik ve parlak her mevsim güneşi içeri alan evler…
Kendi kavuğuna çekildi. Bir Sevr mağarasında gibi dünyanın izini kaybetmesini umarak Hira mağarasında gibi inzivaya çekilmek isteyerek…
İç benine bir mağara gibi gizlenmişti. Işık gibi yansıyan sadece çizdiği evlerdi. Kendi kader çizgisini anlamak ister gibi göğü delen bulutlar gibi huzur tüten sofalar gibi….
Oysa hepsinde ayrı bir yangın vardı. Küllenmiş hatıraları yaşlanmış yılları… İnsan bir kaplumbağa misali hayatını eviyle sırtında taşıyordu. Her köşesi ayrı bir zamandı. Kelimesini yutmuş acılar hatıraya karışan mutluluklar mevsimleri kucaklayan camlar… Bir an hiç böylesine genişlememişti.
Penceresine kuşlar konan muhabbetin coşkusuyla davetkar olan bembeyaz kapıları huzura açılan her ayrıntısı bir mimarın eline dokunmuş gibi incelikle hazırlanan evler çizmişti.
Üzerinde bir ürperti hissetti. Ensesindeki soğukluk kalkmasını söylüyordu. Vakit tükenmiş resmi bitmişti.
Dışarıdan bir bakışla yaklaştı. Hepsi rengiyle duruşuyla boylarıyla çiçeklenmiş halleri karlara karışan şekliyle yangınların arkasından depremlerin sarsmasından lodos ile savrulmasından izler taşımasıyla farklılık oluşturuyordu.
Her bir farklılık tabloya renk resme ahenk düşünceye ufuk mekana bakış hayaline güç katmıştı.
Oradan ayrılırken tüm insanların ne yaşarsa yaşasın dünyaya bir renk kattığını düşündü. Su gibi akan zamanda nefeslendiği her an ile oturduğu ağacın kenarına bir dokunuş katmıştı. Resmini dayandığı ağacın dibine bıraktı. Nakış gibi ilmek ilmek hayalini serptiği bir şeyi bırakmak zordu. Ama değil mi ki bir zaman hayatı da bu şekilde geride bırakması gerekecekti….
Gün geceye döndü. Ayak izleri tozlara karıştı. Resimden silindi. Geriye kalan ağacın dibinde boyalardan akan yaşamdı…