Zaman göreceli bir kavram. Bulunduğumuz ana göre farklı değerler kazanıyor. Bazen bir dakika göz açıp kapamak gibi hissedilirken bazen o bir dakika bir saat gibi gelir insana. Bazen beklemek bir bıçak yarası gibi keskin bir acıyken bazen de gökyüzü gibi masmavi bir umut olur. Zaman yaşadığımız koşullara göre yeni yeni anlamlar katıyor kendine.
Okullar tatile girmeden önce arkadaşımla teneffüste muhabbet ederken havaların nasıl da ocak ayına göre sıcak geçtiğinden bahsediyorduk. Hatta ben bu durumun hiç iyi olmadığını ve bu ayda lapa lapa kar yağması gerektiğini, geçen yıl bu zamanlar sokakların bembeyaz olduğunu altını çize çize söylemiştim. Tatildeyken havalar biraz bulutlu biraz da yağışlı geçince içten içe de sevindim galiba. “Barajlarımız su dolsun. İnşaallah bereketli yağmurlar gelsin. Kar yağsın da ortalık temizlensin.” diye belki de içimden dua ettim. Sonra 5 Şubatta yağmurla karışık biraz kar yağdı. Kendini nazlı nazlı gösteren, yağmurun ardına gizlenmiş karı çocuklarımla camdan izlerken küçük oğlum, “İnşaallah çok yağar da her yer kar tutar.” dedi ve gülüştük karşılıklı neşeli neşeli. 6 Şubat sabahı ise pencereden dışarı bakınca, “Çocuğumun duası kabul olmuş.” dedim kendi kendime. Sonra telefonuma baktım ve okuduğum haberle adeta sarsıldım. Gece 04.17’de 7.4 şiddetinde (daha sonra bu 7.7 şeklinde revize edildi) deprem olduğu, merkez üssünün Kahramanmaraş / Pazarcık olduğu ve bu depremin 10 ilimizi etkilediği yazıyordu. 1999 depremini yaşamış biri olarak 7.7’nin ne demek olduğunu tahmin edebiliyordum. Hemen televizyonu açıp haberlere bakmaya başladım. Ülkemin on ili de enkaz altında kalmıştı. Kahramanmaraş, Malatya, Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay, Adıyaman, Diyarbakır, Adana, Kilis, Osmaniye… Televizyonda ya da sosyal medyada izlediğimiz her bir görüntü tüyler ürperticiydi. Canını depremden kurtaran insanlar bu sefer de soğukla mücadele ediyordu. Çok değil daha birkaç gün önce kar yağsın diye dua eden ben, kar yağışının kesilmesi için dua ediyorum elimdeki telefondan haberleri takip ederken.
Bu görüntüler aslında çok da yabancı olduğumuz şeyler değil. 1999 İstanbul depreminde de çok benzer tablolar vardı. O zaman da ülke olarak yasa boğulmuştuk. Günlerce depremin ruhumuzda açtığı derin izlerle mücadele ettik. Evlerimiz yıkıldı. Sayısız ailenin ocağına ateş düştü. Ağıtlar yakıldı. Deprem bölgesi olduğumuz ve her an bu gerçekle yaşamamız gerektiği bilirkişilerce söylendi. Yardımlar toplandı. Millet olarak o zaman da tek yürek olduk. Peki sonra ne oldu? Sonra unuttuk. Yaşadığımız acılardan ders çıkarmayı beceremedik. Alınabilecek önlemler belli iken ve bütün bunları yapmak da biz insanların elindeyken yapmadık. 17 Ağustos belirli gün ve haftalar gibi günü geldiğinde hatırlanan ve sonra hemen yine unutulan bir tarih oldu hayatımızda. Olmasaydı bu gün bu kadar büyük bir enkazın altında kalmazdık ülke olarak.
Depremi bizzat yaşasın yaşamasın herkesin yüreğine kor bir ateş düştü 6 Şubat sabahı. Sıcak evlerimizde oturmaktan utanır olduk soğukta üşüyen vatandaşlarımızı düşünürken. Enkaz altında kurtarılmayı bekleyen insanları hem aç hem de susuz olduğunu düşününce soframıza koyduğumuz yemekten utanır olduk. Elimizden ne geliyorsa yapmaya hazır olsak da ve yapmaya çalışsak da binlerce canın ölümüne engel olamadık. Bu gün depremin üzerinden on gün geçti. İnsanlar hala evlerine giremiyor. Giremiyor dediğime bakmayın, birçoğunun zaten kapısını açabileceği bir evi de kalmamış. Çadır koşullarında yaşam mücadelesi verirken canını kurtardığı için Allah’a şükrediyor.
Depremin sonuçları çok ağır olsa da bu günler mutlaka geçecek. Belki şehirlerin tekrar inşa edilmesi uzun zaman alacak ama bir gün mutlaka bu kötü günler geride kalacak. Peki bizler 6 Şubatı tıpkı 17 Ağustos gibi unutacak mıyız? Ne olur, unutmayalım ve unuturmayalım. Enkaz altından annesinin bir tutam saçı ile kurtarılan bebeği nasıl unutabiliriz? Kızının öldüğünü bile bile elini bırakmayan; hayatın ve de tüm dünyanın yükünü alsa ancak o biçim omuzları çökecek olan, gözlerinin feri kaçmış, nefes alan ama yaşamayan o turuncu kıyafetli babayı unutmak mümkün mü? Motoruna cenazesini alıp giden adamı, cenazesini kaldırıma yatırıp yannına da kendisi yatan teyzeyi unutmayalım. Enkaz altındaki ailesini kurtaramaya gücü yetmediği için o küçücük deliğin başında yaşadıklarını duymak isteyen ama bir süredir ses alamadığını söyleyerek hıçkırıklar içinde ağlayan otuz yıllık öğretmen olan o babayı da unutmayalım. Çocuklarıma bisküvi verecektim, bisküviler cebimde kaldı, çocuklarıma veremedim diye ağlayan babayı da unutmayalım. Annesi babası ölen sahipsiz yüzlerce çocuğun hatırı için unutmayalım. Unutmayalım ki bir daha bu ve benzeri felaketlerde aynı acı sonu yaşamayalım. (Ama biliyorum, yine unutacağız.)