Üstü başı arabesk kokan çocuklardık.
Ve o kokudan biz hiç kurtulamadık.
Bir teselli ver diyecek kadar teselliler üzerine yaşadık hayatı. Teselli de olamadık gerçi. Ama gerçek olanı değil de teselli edecek olanı biz istemiştik işte. Hiçbir tesellinin kaybedilen şeyin yerini doldurmayacağı öğretilmemişti biz teselli istemeden önce.
Önce teselli istemeyi öğretmişlerdi. En başından kaybederek başlamıştık hayata. En başından yeniktik. Sevdalanışlarımız, gelecekte bir gün sevdalığımızın bir başkasıyla evlenip bize de kederi kalması üzerineydi. Biz şiirler yazacaktık giden sevgilinin ardından ve şiirlerimiz de arabesk kokacaktı bizim gibi.
Sınıfın arka sırasında oturan ve arabesk kokan çocuklardık. Ciğerlerimiz yeni yeni alışırken sigara dumanına biz kocaman ayrılıklara, hasretlere hazırlanıyorduk durmadan. Ön sıralarda oturanlar sınav kazanıp okullar okuyacak, okumuşlarla evlenip mutlu aile fotoğrafları paylaşacaklardı yirmi otuz yıl kadar sonra ortaya çıkacak olan sosyal medya mecralarında. Biz o zamanlar; doldurttuğumuz, aldığımız, bulduğumuz, takas ettiğimiz arabesk kasetleri dinliyorken her gecenin sabahında başımız dönüyordu ve kısa kalıyordu geceler sevgilimizi getirmezken bize. Bana sorsunlardı şimdi ayrılığı, yalnızlığı, mutsuzluğu… Kavuşamamak ne demekmiş görsünlerdi bana bakıp.
Öyle hazırdık ki hiçbir şey olamamaya. Hiçbir şey olamamak üzerine bir kitap yazılmamıştı henüz ama tutunamayan da biz olmuştuk yine güzel bir hayata. Arabesk kokuyorduk işte! Birgün lise tarih öğretmeni soyadımı sordu, “Çoban” dedim. “Senin burada ne işin var, git dağda çoban ol” dedi; hem üstelik kaval bile yakıştırdı bana. Şu hayatta kendime bile çoban olamayacağımı ön görememişti o zamanlar. Bir lise öğretmeniydi işte. Birçoğunun yetersizliklerini ve gelişmemişliklerini biz henüz bilmiyorduk. Kendileri de sanırım farkında değildi bunun.
Hayat bize teselli vermemişti ya da biz teselli olamamıştık. Huzurumuz kalmamıştı şu fani dünyada ve bu bize kaderimizin gizli bir oyunuydu belki de. Gizli olmasa sanki bir şey yapabilecektik!
Zaman bu zaman olmasa belki, Baybars (el-Melik ez-Zahir Rükneddin Baybars el-Bundukdârî) gibi kölelikten sultanlığa kadar da yürürdük aslında. Zalim Moğol kanı dökerdik kızgın kumlara ama ülke gündemi çok başkaydı işte ve bize uymuyordu inadına. Arabeskin çocuklarıydık; özlemeye, ayrı kalmaya, kavuşamamaya programlanmıştık. Karşılıksız sevmelerin ustasıydık. Uykusuz kalıyorduk sabahçı kahvelerinde. Kuantum olasılıklar dünyasında, Mevlânâ’nın misaller âlemi dediği yerde acılar biriktirmiştik büyüyünce hepsini yaşamak üzerine. Plüton Uranüs kavuşmaları, Satürn kaynaşmaları, Venüs kıpraşmaları, retrolar, kanlı dolunaylar hep fırsat kolluyordu vaktiyle ağzımızdan çıkanları misliyle bize yaşatmak için. Ama Nikola Tesla’yı tanımadan önce biz Müslüm Baba’yı tanıyorduk. Bize dünyayı gariplerin yakacağını söylemişti fakat yanan hep garipler olmuştu dünya denilen yerde. “Senin olan sana gelir” diyen İbnü’l Arabi’yle teselli bulduk sonraları ama bizim olma hâlinin frekans eşitliğini denk düşüremedik bir türlü. Bizim olan belki de çoktan bizi bulmuştu ve biz bulmuştuk bulmamız gerekeni! Zaten “Gelme artık, neye yarar” diyordu şairin kaybetmiş olmayı kabul eden o cümlesinde.
Arabesk kokusu kalmıştı bir kere üstümüzde. İki bin yılında tam da Frederick Forsayth’ın Hilekâr romanını okurken yazmıştım Garipçe’yi ve Hicran Yarasını. Çanakkale’de Üniversite okuduğum zamandı ve olay yeri sabahçı kahvesinin soba yanıydı. Çelişkili konseptlerin başrolü bana kalıyordu hep. Oysa istihbaratçılar çözmeye çalışıyordu beni sabahlara kadar takip edip. Yan masadan dinlerken masamda konuşulanları, deliye dönüyordu adamcağızlar demogoji oyunlarımızdan. Çoban olmaya layık bulunmuş, arabesk kokan bir Türkçeyle konuşmuyorduk tabii o zaman. Ferdi, Orhan Babalardan sonra Fuzûlî, Şeyh Gâlip, Selimi, Muhibbi, daha bi dünya divan şairinin tezgahından da geçmiştik geçtiğimiz birçok şeyin yanında. Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân, beni bir gözleri âhûya zebûn etmişti felek. (Âh ulan!) Hem İt Dalaşı’ndaki kadar savaş stratejileri oluşturabiliyorduk da. Adamlar tıpkı şu hayat gibi anlamıyordu işte bizi. Anlaşılmamayı biz seçmesek de -sonraları- anlaşılmayı reddetmiştik. Bizim gibi arabesk kokan çocukları niye ilgi konusu etmişlerdi kendilerine, onu da bilmiyorum. Üstelik merak etmeye değer de bulmuyorum, değmez bulduğum birçok şey gibi.
Arabesk kokan hayatımızda köprü duvarlarına kazınsa da kaybedişlerimiz ya da dar bir sokakta sansak da yirmi beş yıl sonra bir mucize olduğunu; sanılsamaydı hep bizimkisi. Belki de dar gelmişti sokaklarımız aşka!
Ruhumuzu büyüten cümlelerin kamyon arkalarına layık görüldüğünü çok geç fark ettik ve bağlaçların yanlış yazılmasına üzüldük sonra. Bizim kaybediş cümlelerimizdi onlar. Bizim kavuşamayışlarımızdı… Tek başımıza sırtlanıp yıllarca taşıdığımız aşklardı beyhude olduğunu bile bile. Arabesk kokmaya devam ediyorduk ve ertesi güne hiç de hazır değildik.
Sevgilinin ecel dokulu dudaklarından acı bir “eyvallah” kalmışken geriye, biz yine arabesk kokuyorduk ve kokumuz gereği çok özlüyorduk sevgiliyi.