İlkbahar otları ayaklarının altından akıyordu. Uçuşan kelebekler, ötüşen kuşlar adımlarına eşlik ediyordu. Yüzüne vuran rüzgârın serinliği, heyecanının ateşini düşürmeye yetmiyordu. Birkaç adım ötede duran kapıya yaklaştıkça kalbinin atışı daha bir artıyordu. Daha önce böyle ihtişamlı bir kapı görmemişti. Üzerindeki ince işçilikle işlenmiş desenleri, tokmağın madeni kıvrımları kapıyı narin gösteriyorsa da yüksekliği, ahşap rengi ve genişliği kapıyı bir o kadar heybetli gösteriyordu. Şimdiye kadar nice kapı aşındırmış olmasına rağmen bu heyecanı için onları referans gösteremiyordu. Kendi payına düşen tüm değişkenleri sabitlemiş ve ihtimallerin yelpazesini baştan başa hesaplamıştı. Yine de içindeki denklemlerin çoğu çözümsüzdü. Zira kapının ardındaki gizem tüm olasılıkları allak bullak ediyordu. İyice yanaştı kapıya, nefesini tuttu. İki parmağının arasına aldığı tokmakla üç kere kapıya vurdu.
Sonrası derin bir sessizlik. Zamanın izafiliğini hiçbir şey bu kadar güzel anlatamazdı. Son tokmak sesinden sonra beklediği süre yıllarca sürmüş gibiydi. Bu sessizlikte kelebeklerin kanat seslerini bile duyabileceğini düşündü. Nefes almıyordu, soluğunun sesi bile yoktu.
Kapı açılmadı.
Beklemekle gitmek arasında seçimi yapmak zorundaydı. Yıllardır cebinde duran kimliği ile yüzleşmek istiyordu. Kimliği ile ilgili soruların hiçbir cevabı kendisini tanımlayama yetmiyordu. Neydi kendisini tanımlayan? Biri karşısına geçip; “Kimsin sen?” dese, isminden başka neyini biliyordu? Bir kapı eşiğinin hayatını bu denli sorgulatabileceğini düşünmemişti. Evet; hataları mesela, kendisi miydi, onlarla yüzleşebilir miydi? İyice tedirgin olmaya başladı. Kaçmak istedi kendinden. Kaçsa bile, deneyimlerinden biliyordu ki ummadık anda yakalanırdı yine kendisine. En mantıklısı, kendisine soramadığı soruları sorabilecek birinin sormasıydı. Bundandır “Kimsiniz?” sorusunu içeren bir kimlik sorgucuya ihtiyaç duyuyordu. Yol boyunca provasını yaptığı hiçbir şey yaşanmadı şimdiye kadar. Acaba kapının ardında kimse yok muydu?
Zihninin bir oyunun değilse, uzaktan belli belirsiz ayak sesleri gelmeye başladı. Hakikatti duydukları, ses belirginleşmeye başladı. Kendini bir kere daha yokladı, kapının önünde, yolun ortasında tastamam duruyordu. Önünde bilinmezliğe açılan kapı, ardında ayak sesi. Hafif bir gıcırdama ile aralandı kapı, belli ki kimlik sorgucuydu, önce tanıyacak, kanaat getirirse kapının kalan kısmını açacaktı.
Kapının gıcırtısıyla dili çözülüverdi, tek soru sordu, sorgulanmadan kimliği: “Yüreğinde kaçak özlemler taşıyan biri, kaçakçı bilinir mi?”
Şimdi işler tersine dönmüştü. Varlığından emin, ne istediğini bilen, hayatının kalanı hakkında kararını vermiş olmanın rahatlığı ile cevabı bekledi. Gelecek cevap, kapının açılıp açılmaması için belirleyici olacaktı. Elini cebine attı, kimliği olduğu yerde duruyordu. Ben buyum işte dedi, etimle kemiğimle, ruhumla! Geçmişin sislerini aralayan o derin soruya odaklandı. Beklediği gelecek bir ışık huzmesi olmuş, yüzüne vuruyordu. Kendini yeniden yokladı ve tek nefeste cevapladı: “Benim, Ben! Kaçakçı.” Yüreğimdeki özlemlerden tanısın istedi kendisini. Sonsuz bir döngüye girme hevesini görsün istedi gözlerinden. Yüzüne baktı kimlik sorgucusunun; an’da takılı kalmış gülümsemesinden anladı, kim olduğunu öğrenmişti.
Kapı açıldı.
Biliyordu, kapanmayacak bir kapının eşiğinden içeri girdiğinin.
Bilinen tüm kaçaklar, firarisiydi artık yüreğinin!