Vakit, gece yarısı saat iki. Kendi hastamız ilaçların etkisiyle rahatlayıp uyudu. Etrafıma bakıyorum; yandaki yatakta felçli bir hasta var. O an ya kendinde değil ya da canının darlığından bağırıyor, sızlanıyor ve üstünü başını açıyor. Hastanın yakınları bir o yana bir bu yana koşturuyor. Az ötede astım krizi tutmuş başka bir hasta var. Oksijen tüpü yardımıyla nefes alabiliyor. Bütün yataklar ve hatta koridordaki sedyeler bile dolu. Sanki memleketin yarısı hasta ve şu an burada. Sağlığımız yerindeyken tahammül etmekte zorlandığımız şu acil serviste hastalara dua etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
O gün, doğum yapan bir yakınımızın da tevafuken üst kattaki kadın-doğum koğuşunda olduğunu öğreniyoruz. Kendi hastamızı beylere emanet ediyor ve doğum katına çıkıyoruz. Oradaki hava bambaşka; koğuştaki hanımlar yorgun ama mutlu. Odada tam sekiz bebek var ve biz hangisine bakacağımızı, hangi birini koklayacağımızı şaşırıyoruz. Derken yakınımızın yanına gidiyoruz. Annesinin yanında huzurlu huzurlu uyuyan, henüz hayata gözlerini açalı bir saat olmuş, kırmızı suratlı çirkin (nazar değmesin diye öyle derler) bir bebek. Anneye “Güle güle büyüt” diyor ve acil katına iniyoruz.
Tekrar acil servisteyiz. İntihara yeltenen, durumu ağır bir hasta geliyor. Cihazlara bağlı ve hayat savaşı veren gencecik bir delikanlı. Doktor canla başla ilgileniyor delikanlıyla. Öyle ya, onlar da sıcacık yuvalarında değillerdi. Gerçekten de o an düşünmüştüm: Sadece hastalar değil, doktorlar da mücadele veriyordu. Allah, annesine sabır versin; evlatla imtihan en zoru olsa gerek. Çocuğunun yanına girmeye yelteniyor, kendini paralıyor ama nafile. Acil servisteki herkes o tarafa dikkat kesilmiş durumda. Biz de doktorların ağzından çıkacak mutlu haberi bekliyoruz. Garip bir şekilde, acil serviste ilişkiler akrabalığa dönüşüyor.
Bir yandan da refakatçiler arasında yorumlar başlıyor:
– Kurtulur inşallah.
– Yazık, cahillik işte; bir de bunun öte tarafı var.
– Yok yok, kurtulmaz. Görmediniz mi, hiç hayat belirtisi yoktu. Gerçi Allah bilir de!
Orada bulunan herkes, bir doktor gibi duruma hâkim, bir âlim gibi olaylara vakıf oluyor ve bolca yorum yapıyor!
Acil serviste babamı beklediğimiz gün geliyor aklıma. Babamın durumu ağırdı. Hepimiz farkındaydık ama kötü şeyleri sevdiklerimize konduramayız… Konuşmaları duyuyordum:
– Allah, acısa da çektirmese.
-Böylesi de zor gerçekten… Felç geçirmişti babam, o yüzden öyle söylüyorlardı. Biliyordum, hatta anlıyordum ama duymak istemiyordum. Dönüp ters bir cevap vermemek için zor tutuyordum kendimi. “O benim babam, siz nasıl böyle konuşursunuz?” diyecek oluyordum… Susuyorum yine.
Hava alıp biraz rahatlamak için acil servisin kapısının önüne çıktım. Hastanenin önü de ana baba günü. Taksilerin, ambulansların biri gidip diğeri geliyor… Bir genci getiriyorlar ambulansla. Telaş, koşuşturma. Sonradan öğreniyoruz ki trafik kazası geçirmiş genç. Annesi ayakta durmakta zorlanıyor. Doktorlar müdahale ediyorlar. Ben babamın yanına dönüyorum. Ara ara giriyoruz babamın yanına. Malum, doktorlar izin vermiyor. Hemen hemen boşaldı acil servis. Kimi kata çıktı, kimi taburcu oldu. Annem, “Siz gidin, birkaç kişi kalsak yeter,” dedi. İstemeye istemeye çıktık acil servisten.
Henüz elli metre ilerlemiştik ki bir acı çığlıkla irkildik ve döndük baktık acil kapısına. Trafik kazası geçiren genç vefat etmişti. Annesini apar topar dışarıya çıkardılar. “Allah’ım, bu acılara nasıl dayanılır?” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Eve geldik, bir şeyler yedik, uyumuşum. Rüyamda bir kadın, “Ne uyuyorsun, kalk baban…” diyordu.
Gitmişti gümüş saçlı, gök gözlü babam. “Rüyada mıyım hâlâ, yoksa gerçek mi?” dedim. Maalesef gerçekti. Bu acılara nasıl dayanılır, yaşayarak öğrendim. Zamanla geçer derler ya, doğrudur; geçer ama deler de geçermiş.
Babamın mezarına gidip geldikçe öğrendik ki o gece trafik kazasında ölen genç kullanıyormuş arabayı. Yanında, kendinden iki yaş küçük erkek kardeşi de varmış ve maalesef o da vefat etmiş. Şimdi biri 20, diğeri 22 yaşında iki kardeş, babamın ebediyet evinde komşu oldular.
Hastanelerde bir saat, bir senelik tecrübe katabiliyor insana. “Hastanız taburcu olabilir,” diyen doktorun sesiyle sıyrıldım acı anılardan. Hastamız iyiydi, şükür.
Bu geceyi de anılarımın arasına kaydederek ayrılacağım acil servisten. Biz konforlu evimizi geceden sabaha kadar özlemiş ve gidip rahat yataklarımıza uzanma planları yapmaya başlamışken, bir figan yankılandı hastane koridorlarında.
Elveda gençliğinin baharındaki çocuk! Dünyaya hoş geldin, bebek…