Gözlerine ölümün gölgesi yerleşmiş olan otuzlu yaşların ortalarında olan genç kadın, ardına bakmadan koşuyordu. Ayakkabısının biri ayağından fırlamış olmasına rağmen ölüm korkusunun o acımasız duygusu ile duraksamadan yaşama tutunma savaşımını kazanmanın bilinçsiz telaşı içerisinde koşusunu sürdürüyordu. Göz bebekleri iyiden iyiye büyümüş, yüreği çatlayacakmış gibi çarpıyor nefes almakta zorlanıyordu ama kaçmaktan başka çaresi de yoktu. Gücünün yavaş yavaş tükendiğini hissettiği anda iki el silah sesi duyuldu. Kadın önce koşarken vücudu bir an kasıldı ve gevşedi, canı yanar gibi olmuş, sonra hiçbir şey hissetmemiş yaşama isteğinin bilinçaltı etkisiyle kaçışını sürdürüyordu ki ayağı tökezledi, gözleri karardı bir an, yer sanki ayağının altından kaymış dengesini kaybetmesine sebep olmuştu. Bilinçsiz bir şekilde sanki bir et yığını gibi ağır ağır yere yuvarlandı. Kalkmak için çabaladı tüm gücünü toparlayarak ayağa kalkmaya çalışsa da başaramadı. Boylu boyunca yere uzandı. Sol kolunun altından kan vücudunu yalayarak asfalta akmaya başlamıştı bile. Belinin dört parmak kadar yukarısından da kan sızıyordu asfalta. Soluk alması sıklaşmış, nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. Vücudundan gücünün çekilmeye başladığını, ayaklarından bacaklarına doğru müthiş bir soğukluk ve uyuşma hissinin tüm bedenine yayıldığını hissediyordu. Kocaman kocaman olan göz bebeklerinde umutsuz bir bakış ve ölüm korkusunun o anlamsız ifadesi yerleşmiş öylece takılı kalmıştı. Son bir gayret ile kalkmaya yeltendi ama nafile gücü iyice tükenmişti, kalkamadı. Asfaltın koynuna bırakıverdi kendini. Elleri de ayakları gibi buz kesmiş, uyuşmuştu, kolunu kaldırıp yardım istemeye çalışsa da başaramadı. Asfalt kan gölüne dönmüş eğimli olduğu yöne doğru ince ince akmaya başlamıştı. Zorlukla nefes almayı sürdürüyor yaşama tutunma mücadelesi veriyordu. Etrafında toplanan insan siluetleri belli belirsiz seçebiliyordu, konuşmaları duyar gibiydi ama hiçbir şey anlayamıyordu. Gözlerindeki ölümün gölgesi iyice yer etmiş bakışları iyiden iyiye anlamsızlaşmış, ölüm korkusu takılıp kalmıştı. Her taraf yok oluşun o koyu karanlığına bürünmüştü. Bir şey göremiyor, duyamıyor hiçbir şey hissedemiyor sadece üşüyordu. Gücü tükendi son bir kez daha nefes aldı. Bu onun son aldığı nefes oldu. Sonsuzluk ülkesine sessiz yolculuğu başlamıştı. Artık derin bir huzur içerisinde asfaltın koynunda öylece kalakalmıştı. Ayşe henüz yaşamının baharında uzunca boylu, zayıf, narin yapılı, yirmi üç yaşında, güzel bir genç kızdı. Sürekli gülen iri ela gözlerinde yaşama sevincinin yıldızları ışıl, ışıl parlamaktaydı. Düz uzun açık kumral saçları her adım atışında dans ediyordu. Akşam olmak üzereydi. Ilık bir nisan akşamı işten çıkmış, hızlı adımlarla evine gitmekteydi. Ayşe, Anadolu’nun küçük bir kasabasında iki erkek kardeşi ve belediyede memur olarak çalışan babasıyla birlikte yaşıyordu. Annesi en küçük erkek kardeşi Erdem’i dünyaya getirirken vefat etmiş onları öksüz bırakmıştı. Ailenin en büyük kızı kardeşlerinin hem ablası hem de anneleri olmuştu. Babasının en büyük yardımcısı da oydu. Bunca zorluğa karşın Ayşe anca liseyi bitirebilmiş aydın ve modern düşünceli biriydi. Çevresinde sevilen değer verilen biriydi çünkü, herkese sevecen yaklaşıyor kimseye kırmamaya özen gösteriyor, herkese elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordu. Gün geliyor mahalledeki çocuklara derslerinde yardımcı oluyor, gün geliyor mahalledeki yaşlılar hastalandıklarında onlara bakıyordu. Yufka yürekliydi. Sokak hayvanlarının da Ayşe ablasıydı. Ezan okunmaya başladığında evlerinin kapısından içeri adımını atmıştı. Kardeşleri ve babası onu güler yüzle karşıladılar. Mutlu ve huzurlu bir yaşamları vardı. Babası annesinin ölümünden sonra hiç evlenmemiş çocuklarına adamıştı kendini. Sessiz uysal güleç yüzlü kendi halinde biriydi. Ayşe odasına gidip, ev giysilerini giymiş, alelacele mutfağa koşmuş akşam yemeği telaşın düşmüştü.
Günler böyle geçip gidiyordu. Ayşe akşam yemeğini hazırlamış hep birlikte yemeğe oturmuşlardı. Babasının üzgün olduğu gözünden kaçmamıştı.
– Baba, bugün sende bir hal var. Neyin var, niye durgunsun nedir seni üzen?
Babası hafifçe yutkundu. Elindeki çatalı usulca tabağın kenarına bıraktı. Kızına doğru baktı. Gözleri hüzünlüydü. Ellerini ovuşturarak konuşacağı sözcükleri seçerek tane tane konuşmaya başladı.
– Güzel kızım, biriciğim. Bak sen de büyüdün. Yetişkin oldun, evlilik çağına geldin. Ahmet amcanı biliyorsun, onun oğlu Hasan’ı tanıyorsun. Hani ilkokulda aynı sınıftaydınız.
Ayşe geçmişi yokladı biraz. Yüzünde belli belirsiz bir tebessümle:
– Evet hatırladım Sümsük Hasan. Çok sırnaşıktı. Beni hiç rahat bırakmazdı. Eeee ne olmuş, ne var bunda?
Babası üzgün bir ses tonuyla:
– Ahmet amcan dün yanıma geldi. Kısa bir hasbihalden sonra mevzuya girdi. Hasan okumuş iyi bir meslek sahibi olmuş, ev de almış, arabası da varmış. Bana seni sordu. Sonra hayırlı bir iş için bize gelmek istediklerini söyledi. Ben de önce kızımla konuşayım, haber veririm dedim. İşte böyle kızım. Sen ne dersen, nasıl istersen.
– Babam, canım babam, sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Sana nasıl hayır derim. Ömrünü bize adadın. En iyi şekilde yetişmemiz için elinden gelenin fazlasını yaptın bize. Ne dersen o olsun.
Ayşe o günün hayatını etkileyen en önemli gün olduğunu nereden bilsin. Kader ağlarını örmeye başlamıştı artık dönüşü mümkün değildi. Adam biraz rahatlamış içini derin bir huzur kaplamıştı. Hayırlısıyla kızını evlenip yuva kurmasını istiyordu. Hem tanıdık, bildik bir aileydi dünür adayları. Yemekten kalktılar.
Hasan ilkokul yıllarından beri içten içe sevdiği, gizli gizli izlediği Ayşe’sine bal gözlüsüne kavuşuyordu artık. Ayşe ile evlenebilmek için sünepelikten, sümsüklükten kurtulmaya karar vermiş, inatla, hırsla karakter değişimini gerçekleştirmek için gecesine gündüzüne katarak okumuş, araştırmış hatta psikolojik destek bile almıştı gizliden. Böylesine tutkulu bir aşktı onunkisi. Üniversite yıllarında bile başka bir kızla ilgilenmemiş yalnızca Ayşe’yi düşünmüştü. Elektrik Mühendisi olmuş, Sadece Ayşe var diye birçok güzel iş tekliflerini geri çevirmiş, Doğup büyüdüğü bu şirin kasabada iş yeri açmıştı. İşleri gayet güzeldi. Para kazanmaya da başlamıştı. Nihayet emeline kavuşuyordu artık. Günler su gibi akıp geçmiş, her şey bir anda olup bitmişti. İsteme, söz, nişan, nikah, düğün bir çırpıda geleneklere uygun bir şekilde gerçekleşmiş, Ayşe evinin kadın olmuştu. Kader miydi neydi, sümsük dediği biri ile evlenmişti bile. İlk günlerde çok huzurlu sakin ve mutluydular. Hasan orta boylu topluca ablak suratlı, koca burunlu ki burnunun büyüklüğünü gizlemek için bıraktığı siyah kaba bıyıkları olan, memnuniyetsiz bir karakter yapısına sahip biriydi ama Ayşe’ye çok iyi davranıyor bir dediğini ikiletmiyordu. Kazancı da yerindeydi. Gül gibi geçinip gidiyorlardı. İki kız çocukları olmuştu. Hayat devam ediyordu.
Hasan’ın da işleri eskisi gibi değildi. Moral bozukluğu ve işindeki olumsuz koşullar sonucu içkiye başlamıştı. Önceleri azar azar içiyordu akşamları. Ayşe mezesini hazırlıyor bir iki kadeh içip yemeğini yiyordu. Gün geçtikçe bağımlılığı artmış, aile düzenlerini tehdit etmeye başlamıştı. Eve geliş düzeni de bozulmuştu. Ayşe ne yapsa etse başaramıyor, evliliğini kurtaramıyordu. O sevecen yaşam dolu insanın yerinde yeller esiyordu. Ailede huzursuzluk her geçen gün artıyor Ayşe bir şey yapamamanın ezikliğini hissediyordu. İki masum kız çocuğunun huzursuz, mutsuz ortamda yetişmesini hiç istemiyordu ama yine de sabrediyordu. Hasan artık kavgayla yetinmiyor çocukları ve Ayşe’yi dövüp taciz ediyordu. Karakter yozlaşması başlamış kavgacı huysuz aksi biri olup çıkmıştı. İşleri tamamen bozulmuş Sadece Ayşe’nin kazancıyla geçinmeye çalışıyorlardı. Hasan karısını güzelliğini iş yerindeki başarılarını kıskanıyor kendince kıskançlık krizlerine giriyor kuduruyordu. Ayşe aynı iş yerinde çalışan arkadaşı Cemile ile bu konuyu konuşmuş tu. Kırk yaşlarında olan Cemile de aynı dertten dolayı İstanbul yaşamını bırakıp, bu kasabaya yerleşmişti. Cemile de eşinden şiddet görmüş ve eşinden ayrılmış, olgun oturup kalkmasını bilen ölçülü davranışları olan kişilikli ve öz güvenli bir kadındı. Ayşe’nin davranışlarından durumu sezinlemiş bir gün iş çıkışı bir kafede oturup dertleşmişlerdi. Bu Ayşe ye çok iyi gelmiş, yalnız olmadığını hissettirmiş ve kendine güvenini pekiştirmişti. O günden sonra sık sık Cemile ablasıyla buluşup dertleşmeye başlamışlardı. Bu buluşmalar Ayşe ye terapi gibi geliyor, bir nebze olsun rahatlatıyordu. Hasan’ın psikolojisi gitgide bozuluyor, şiddet ve tacizin dozajı artıyordu. Ayşe daha fazla dayanamayıp, boşanmaya karar verdi, iş yerinden yıllık iznini alarak baba ocağına dönmeyi orada babasıyla birlikte yaşamayı düşünüyordu. Bu düşüncesini eşi Hasan ile de paylaşmak istiyordu.
– Hasan eşim, evimin direği, çocuklarımın babası, canım yarın iş çıkışı iş yerinin yakınındaki lokantada yemek yiyelim seninle, önemli bir konuyu konuşmak istiyorum. Yarın saat öğleyin iş yerinden beni al olur mu? Uzun zamandır baş başa yemek yiyemedik.
Hasan o gün nedense az içkili ve sakin bir ruh hali içerisindeydi. Keyifli bir ses tonuyla ve gülümseyerek:
– Elbette iyi olur, konuşalım. Birlikte olmak bana da iyi gelir, dedi.
Öğle iş çıkışı eşi ile öğle yemeği yemek ve konuşmak için sözleştiler. Hasan bu zamansız yemek yeme teklifinden rahatsız olmuş, düşünmeye başlamıştı. Hasan aslında kurnaz ve zeki bir insandı. Hemen durumu analiz etmiş, çözümü bulmuştu. Bal gözlüsü ondan ayrılacak, onu bir başına yalnız bırakacaktı. Eşinin boşanacağı fikri çıldırmasına yetiyordu. Sabaha kadar uyuyamamış, düşünüp durmuştu. Ertesi gün Hasan tam zamanında eşinin iş yerinin önündeydi. En temiz giysilerini giymiş, tıraş olmuş, elinde bir demet papatya ile liseli aşıklar gibi beklemekteydi. Ayşe O’nu öyle görünce bir an için konuşmaktan vazgeçer gibi olmuştu. Eşinin yanına giderek: “Merhaba canım” dedi gülerek. “Merhaba” dedi Hasan. Eşinin yanağına bir buse kondurdu. Bu bal gözlüsünü son öpüşüydü, belli etmeden tenini, kokusunu ruhuna hapsedercesine çekti içine. Papatyaları uzattı. Ayşe bu durum karşısında mutluluğunu gizleyememiş, gülümseyerek eşini yanağından öpmüştü. Kadın yüreği işte, bir çiçek, bir tatlı gülüş, bir buse yediği dayakları, kavgaları, huzursuzluğu unutturmaya yetmişti. El ele lokantanın yolunu tuttular. Güle konuşa yemeklerini yediler. Müessesenin ikramı olan çaylarını da içtiler. Ayşe kıyamamış, bir süre daha devam etmeye karar vermişti ki Hasan birden ciddileşti.
– Ayşe Hanım benimle konuşmak istediğin konu neydi? Öt bakalım. Kus içindekileri! Söyle haydi ne duruyorsun!
Ses tonu iyiden iyiye yükselmişti. Ayşe şaşırmış, bakakalmıştı. Bu davranış Hasan’dan gerçekten de beklemediği bir davranıştı. Sakin bir ses tonuyla:
– Hasancığım, sonra konuşsak bak herkes bize bakıyor. Pek o kadar da önemli değil canım, konuyu evde anlatırım. Bak ne güzel yemek yedik, sohbet ettik. Ben çok mutlu oldum.
Diye alttan almaya başladı. Hasan iyiden iyiye öfkelenmiş, kontrolü zor bir hale gelmişti Ne dediğini bilemez durumdaydı. Ağza alınmayacak her türlü hakareti yağdırmaya başlamıştı. Çevreden yetişenler bile fayda etmiyordu artık. Kargaşa arasında Ayşe bir pundunu bulup koşmaya, kaçmaya başladı. Bunu gören Hasan kalabalığın arasından fırladı, takibe başladı. Ne olur ne olmaz, bulunsun diye çok önceleri almış olduğu kısa otuz sekizlik Smith Wesson‘unu belinin arkasından çıkardı. Yüz metre kadar önünde çılgınlar gibi kaçan o bal gözlü yârinin peşinden koşuyordu. Kendini kaybetmiş bir vaziyette koşmaya devam ediyor, aradaki mesafeyi kapatıyordu. İyice yaklaşmış, otuz metre kadar uzaklık kalmıştı ki durdu. Nişan aldı. Tereddüt dahi etmeden tetiğe dokundu, iki el silah sesi duyuldu. Ateş etmek için uzattığı sağ kolu düştü, silah da yerdeydi. Öylece durdu, bakakaldı, yüzüne anlamsız bir ifade çöreklenmişti. O an gözünden akan iki damla yaş yanaklarından ağır ağır süzülüyordu. Yavrularının anası, bal gözlü sevdiği yoktu artık ve bir daha hiç olmayacaktı…