İletişimde en önemli şey söylenmeyeni işitmektir. (Carl Gustav Jung)
Ağlamak karakter zayıflığının belirtisidir çoğunluk için özellikle bizimki gibi ataerkil toplumlarda. Sanki dünyada başka ayıp yokmuşçasına ayıplanan bir harekettir. Duygusallığın, kırılganlığın göstergesidir ve bu asla dışarıya karşı açık edilmemesi gereken bir haldir. Ağlama davranışı özellikle erkekler nezdinde hor görülen, aşağılanan bir durumdur. Hatta aralarında dalga konusu bile olur, kaba deyimler bile üretmişlerdir ağlamakla ilgili: “karı gibi ağlamak” mesela, bir de hemen her gün işittiğimiz bir başka öğreti Nilüfer’in şarkısına da sirayet etmiştir: ‘‘erkekler ağlamaz…’’ derler. Aynı zihniyete göre kadınlar zayıftır, bu nedenle ağlamak ancak kadınlara yakıştırılan bir davranıştır fakat erkekler gücün timsali olduklarından ağlamamalıdırlar.
‘‘Ağlarsan ölürsün’’* düşüncesiyle annesi ona ne yaparsa yapsın gözyaşlarını içine akıtmayı öğrenen Dave Pelzer, çocukluğunun önemli bir kısmı boyunca annesi tarafından sistematik ve vahşice şiddet gören ‘‘İsimsiz Çocuk’’ adlı kitabın yazarı, akıllara gelir. Diğer yandan tarihte ağlamaya verilen tepkilerden en dehşet verici olanlarından biri de şudur: Nazi toplama kamplarına yeni getirilen ve ailelerinden koparılan çocuk mahkûmlar kollarına numaralarının dövmesi yapılırken ağlarlar. Aynı anda batan yüzlerce iğne darbesine dayanamayıp ağlayan ve onların ağlamasından etkilenip başına geleceklerden korkan diğer çocuklar da topluca ağlamaya başlayınca bunca ağlamaya tahammül edemeyen Naziler ne yazık ki o çocukları katlederek “susturma” yoluna giderler. Bu dehşetli ana şahit olan diğerleri sonrasında ne olursa olsun hayatta kalabilmek için ağlamamayı öğrenirler.
Elbette bunlar uç örnekler olmakla birlikte toplumumuza baktığımızda da ağlayana pek kimsenin sabrının, anlayışının olmadığını görürüz. Ağlayan bir eşe sırtını dönen, azarlayan kocaların veya akşam işten dönen babaların ağlayan çocuklara hiç tahammülleri olmaz. Bir başına karanlık bir odada gecenin bir körü matemlerine gömülmüş sesini bastırmaya çalışarak ağlayan yalnız kadınlara eşlik eden anneler, kocaları laf etmesin diye geceden gerekirse sabaha kadar çocukları sessiz kılmak için, pışpışlamak, oyun oynamak, ninni söylemek, masal anlatmak vb yöntemlerle, ellerinden geleni yaparlar. Bu durumda merak etmeden edemiyor insan, neden ağlamaktan/ağlayandan bunca korkulur veya kaçınılır ki?
Öyle geliyor ki kişi bir başkasının ağlamasına şahit olduğunda, özellikle bu yakın ilişki içerisinde olduğu, duygusal olarak sorumluluk duyduğu biriyse, o ağlamanın içindeki kendi payını gördüğünden rahatsız olur, fakat bunu örtbas etmek için karşıdakini zayıf olmakla suçlama yoluna gider. Akan o gözyaşlarında kendi hatasını, sevgisizliğini, kırıcılığını, aralarındaki sevgi bağına karşı gaddarlığını ve sorumsuzluğunu gördüğü için bir başkasının ağlayışı ona kendini rahatsız hissettirir. Akan her bir damla yaş kendindeki eksikliklere tutulmuş aynadır bir nevi. Çoğu kişide olduğu gibi eksikliklere tutulmuş olan bu ışık insanı huzursuz eder. Ağlayan kişiyi teselli ettiğinde onunla empati kurması gerekeceği için eğer bunu yaparsa kendi kusurlarını da kabul etmek ve hatta düzeltmek durumunda kalacaktır, ki kendi kusurlarını törpülemek dünyanın en zor şeyi olabiliyor çoğunlukla bir insan için. Ve bu birçoğu için ölümden de beter bir gerçekliktir. Çünkü kimse durup dururken karanlık ve kötücül yanlarıyla yüz yüze gelmek istemez. Üstüne bir de ‘‘özür dilerim’’ demenin zehir yutmaktan farksız olduğu algısına sahip olanlar içinse bu hepten çıkmaza düşmektir.
Çoğunluğumuz kaçınılmaz olarak benzer öğretilerle büyüdük, hayata bizi daha güçlü hazırlamak için benzer cümleleri sarf etti çoğu ana baba: ‘‘Korkmayacaksın, ağlamayacaksın, korksan da üzülsen de belli etmeyeceksin. Erkekliği yere düşürmeyecek, kız ya da erkek fark etmez, dışarıya karşı kendini zayıf göstermeyeceksin.’’ Sözde güçlü(!) çocuk yetiştirmek adına sarf edilen bu cümleler aslında çocukların ve dolayısıyla geleceğin yetişkinlerinin de, duygularını yaşama özgürlüklerine vurulan bir prangadır.
Bir kere her şeyden önce şunu kabul etmek gerekir ki tıpkı sevinç ve heyecan gibi korku ve hüzün de bir duygudur. Bu duygular doğamızda var olan ve organizmamızın yaşamsal dengesini sağlaması bakımından hayati öneme sahip olan soyut ve somut şekliyle donanımımızda vardırlar. Baskıyla, yasaklarla, tehditle bu duyguları gerektiği gibi yaşatmayan sosyal ortam ruhsal dengenin bozulmasına ve ileride bazı kişiliksel, fiziksel veya ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasına bile neden olabilir. Sözel ve fiziksel anlamda saldırganlığa meyilli, özür dilemesini, teşekkür etmesini bilmeyen, tahammülsüz, anlayışsız, çıkarcı, bencil ve empati yoksunu yetişkinler türeyip (Çağımızın en büyük sorunlarından biri olan empati yoksunluğu ve bencillik sonucunda, özellikle böyle yöneticilerin etkileriyle, tüm dünyanın başına gelmiş olan felaketleri düşününce ağlama konusundaki kıstaslarımızı değiştirme zamanı gelmiş gibi görünüyor.) çevrelerine hayatı zindan ederler ve bu da yetmiyormuş gibi çocuklarını da benzer şekilde yetiştirerek bu durumun bir silsileye, zincirleme bir şekilde nesilden nesle devam etmesine neden olabilirler, tıpkı asırlardır yaşamakta olduğumuz gibi…
Fakat bu silsileyi bir yerde durdurmak, zinciri kırmak gerek. İşte bu yazı da bunun için kaleme alınmıştır.
Peki ağlamanın tarifi nedir?
Ağlamak bir arınma biçimidir. Tüm birikmişlerden, olumsuz duygulardan en sağlıklı şekilde kurtulma ve kendini iyileştirme halidir.
Ağlamak her şeyden önce hissedebildiğinin, insani duygularının hala canlı olduğunun göstergesidir.
Ağlayan, üzülebilen insan bir başkasına kayıtsız kalamaz. Onun acısını kısmen de olsa hissedebilir. Bu bakımdan ağlayabilenlerin empati kurabilen kişiler olduğunu da söylemek mümkündür.
Ağlamak duygusal düzenlemeyi kolaylaştırır. Ağlayan, üzülen, korkan insan duygularıyla başa çıkmayı, kısacası küllerinden yeniden doğmayı bir şekilde öğrenme ihtimali olandır. Hayatta başarı da aslında buradan gelir, ağlayan, yenilen, yenilgiyi tadıp ayağa kalkmanın yollarını arayan kişidir.
Ağlamak özgürlüktür.
Ağlamak cesaret işidir. Çünkü etrafın onun hakkında ne düşüneceğini önemsememek, bütün olumsuz cümleleri göğüsleyebilmek demektir. Öyle her babayiğit ağlayamaz uluorta kolay kolay. Korkaklar ağlamaktan kaçınır ancak, hor görülmekten, aşağılanmaktan deli gibi korkanlar…
Ağlamak içi dışı bir olmaktır. Şeffaf insan güven verir.
Ağlamak samimiyettir.
Bazen de ağlamak nedensizdir. Onu tetikleyecek ufacık bir şey yeterli olur, usul usul, ılık ılık akan gözyaşları duygusal arterleri açmak için bire birdir. Bazen de hıçkırarak ağlanır, bu içeride birikmiş daha büyük duyguların varlığını gösterir ama bu da normaldir, insanı iyileştirir.
Her türlü ‘‘ağlamak bir şifadır’’ insan ruhu için.
Sahici duygularla ağlamak vicdanlı insanın yapacağı bir eylemdir. Vicdan ki çağımızda dünyanın her geçen gün kaybını yaşadığı bir duyguyken ağlayabilen kişi bu anlamda kıymetlidir.
Bir yandan da bakılırsa herkesin yanında da ağlayamaz insan. Bunu yapabildiği bir yer varsa eğer orası o kişi/kişilerin yanında kendini rahat, huzurlu ve oraya ait hissettiği bir yerdir. (Bunun tersine de düşünebiliriz tabii, artık yanında ağlamadığınız kişi sizden fersah fersah uzaklaşmış, eski önemini yitirmiş, sıradan biri olup çıkmıştır.)
Ağlamak yaralarını göstermektir de bir nevi. Yaralarını göstermek ve iyileşmek için sevdiklerimizden yardım dilemektir. Anla beni, demektir. Al işte, öp de geçsin, demektir, tıpkı çocukken annelerimizden beklediğimiz gibi.
Her şeyden önce hayatın saf mutluluktan ibaret olmadığını kabul ederek yaşamak gerek, hayat inişli çıkışlı bir yoldur, kimi zaman iyilik ve güzelliklerin kimi zamansa zorlu sınavların yer aldığı. Bütün bunların içinde yenilmek de vardır. Evet, gerçekten insan zaman zaman yenilebilen bir canlıdır. Yenilmek ve yenilgi duygusuyla ağlamak suç değildir, bilakis kişiye kazandıracağı yepyeni deneyimler olan bir öğrenme fırsatıdır. En kalıcı öğrenmeler bu şekilde gerçekleşir. Ve bunun adına ‘‘tecrübe’’ denir…
Ağlamak söze dökülemeyen yoğun duyguların tezahürüdür, yürekten dolup taşanların emareleridir gözlerden süzülen her damla yaş. Kırgınlıkların, öfkelerin dile gelişidir. Kişinin anlaşılmadığının eziyetiyle yaşadığı nice anın sonunda içine düştüğü çaresizliğin, yenilgilerinin, yenilgilerin vermiş olduğu çökkünlüğünün sonucudur. Hayata karşı, kişinin kendine karşı, başkalarına karşı mücadelelerin vermiş olduğu yorgunluktur bazen ve yine sırf bu yorgunluk haliyle bir kapı eşiğine oturup gözyaşlarına boğulmuşluğu da vardır insanın.
Bazen de bir kaybın ardından dökülür yaşlar, bunlar ise geçmişe dönük keşkeler barındırır içinde. Kaybolan zamanın, bu zaman içinde yaşanma ihtimali olan güzel anların, sevmek ve sevilmek varken nefret, hırs ve öfkeyle hareket etmenin yasını taşır gözyaşları. Konuşup barışmaya, af dilemeye, hatalardan geri dönmeye dair tepilen fırsatların, boş yere kırılan gönüllerin tamirinin olanaksız olduğu bu son noktada geriye dönük pişmanlıklarla ağlar insan.
Sevgiyi tatmamış bir evladın ana-babasının ardından son yakarışları, hayatta hiçbir şeyin yerinin dolduramayacağı bir boşlukla yaşayacağı gerçeğinin altını kalın çizgilerle çizer ne yazık ki. Hıçkırıklarının arasında: ‘‘Keşke başımı bir kez olsun okşamış olsaydın baba…’’ diyen çocuğun kırgınlığı o yaşlarda canlanıp dile gelir.
Kimi zaman da çaresizliğin en gerçek haliyle ağlar insan, sevdiklerinin hayatı tepetaklak giderken elinden bir şeyin gelmeyişiyle, hastane odalarında onları amansız hastalıklarla cebelleşirken izlemekte olduğu zamanlardaki gibi.
Ağlayarak hüznün tortusundan arınır ruhumuz. Ağlamak içimizde taşımakta olduğumuz bir yaranın varlığını kabul etmek demektir ve bu kabullenişle başlar her iyileşme. Bu yara dayanılmaz derecede sızladığında ansızın gözlerden boşalan sağanakla içimizi kaplayan irini akıtırken bir yandan gelen rahatlama hissi iyileşmenin kanıtıdır bir nevi.
Şüphesiz ağlamanın en güzeli ne olursa olsun mutluluğun taşmasıyla olanıdır. Her ne kadar kötü günler yaşanmış olsa da bunların gelip geçiciliğini unutmayarak ve geçmişteki olumsuzluklara takılıp kalmaktansa bunlardan ders çıkarıp geleceğe bakarak yaşamak gerekir.
Hüzünden çok mutlulukla dolup taşan anların çoğaldığı fakat daha da önemlisi gülümsemeyi de ihmal etmeden, hayattaki iyi ve güzel yanları görebildiğimiz, umut etmeyi hiç bırakmadığımız bir ömür yaşamak dileğiyle…
‘‘Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma
…’’
(Sezen Aksu)
* Pelzer, D. (1995). İsimsiz Çocuk. Koridor Yayıncılık. İstanbul. (s:93)
Emeğinize sağlık , çok anlamlı bir yazı olmuş.
Çok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. 🙏🌺
Merhaba
İşlediğiniz konu ile ilgili, isimsiz çocuk isimli roman yazarını, empati yapılması gerektiği, duygusallık, insan ruhu hali, aglama konusunda insanı etkileyen yaşam faktör ve getirileri veya olumsuzluklardan kaynaklı
İnsanın içinden gelen bir olgu.
Bu konunun işlenmesi, örnek anlatım, dokunuş, vurgu, ana fikir okuyucu ve her seviyeye hitap eden çok güzel
Bir anlatım ve başarılı bir mesaj olmuş.
Eline, kalemine, duyguna, yüreğine saglık.
Başka yazılarınızda başarınızın devamını dilerim.
Çok teşekkür ederim. Beğenmendiğiniz için mutlu oldum. 🤗🙏🌺
*Beğendiğiniz için