Kuşlar ve Düşler Sahnesi
Ben bir avcıydım.
Sonra kuşları çok sevdim.
Sezen Aksu’nun lakabı bizim köyde konmuş olsaydı o lakap “Minik Saçak Kuşu” olurdu diyerek kuşlarla ilgi bildiklerimizden, hatıra ettiklerimizden, cümlelerin de belini öyle fazla kırmadan biraz bahsedelim. Bahsedelim de falanca geçmiş tarihte, sevgiliyle (sevgili demek yetersiz mi oldu acaba; sevgiliden çok daha fazlasını yapmışlar onda) son oturuşta, (hem de yanan bir soba başında olsun ama) sanki kuşlardan söz edilmiş, kuş bahsi geçmiş, kuşlu laflar edilmiş de aklı kuşlarda değil, sanki sevgilide kalmış biri gibi sanılsın. Ve/fakat benim yazılarımda “gibi”ye pek aldanılmasın! Hem sevgili demişken, size onun azıcığından bahsedeyim mi? (Aslında ben onu hep ona anlatırım. Bahsetmeler bahane ama ne yapayım işte, sevgilim çok şahane.)
Gülümsemek için dudaklarının hepsini kullanması gerekmiyordu, kıyısı yetiyordu adamın aklını baştan almaya. Gözleri ise ceylanları kıskandıracak kadardı. Hele bir “hı hı” deyişi vardı ki dünyanın en tatlı şeyi dillenirken benim gönlümde kıyametler kopardı o an. Bir de elleri ama anlatamam işte. Ben onu size anlatamam. Buna cümlelerim yetmez. Bildiğim en yegane şey, bu dünyada kimse onun gibi sevilecek kadar değil. O öyle biri işte. Daha doğrusu öyle biriydi. Ve sonra çektiğim acı bile bana acıdı. İşte ben onu öylesi çok sevdim. Yaa, bi de başını hafif yana düşürüp yürüyüşü… Âh, neyse!
Sevgilim bahsini araya sıkıştırmış gibi yapıp aslında mevzunun hep kendileri olduğunu kimseye hiç çaktırmadan, kaleme almaya yeltendiğim yazıyla ilgili kendimi de uyarayım; edebiyatta kuş bahsine girersem oradan çıkamam, bitmez o yazı. (O yüzden, cıss bak Bünyamin! Hatıra kıvamında kalıyorsun; hayatı hatıralarla yaşamaya pek alışkın biri olaraktan sen bu işi kıvırırsın bence!)
Evet, babam bir avcıydı. Biliyorum, birçok insan avcıları sevmez. Ama benim büyüdüğüm yerde avcı olmak, insan olmaktan bile daha normal bir şeydi sanki! (Yapacak pek bir şey yok yani!) Çocukların cebinde sapan (bizim köydeki adıyla kuşlastiği) birçok adamın sırtında da silahı (av tüfeği) olurdu. O kuşlastiğinin serum lastiğinden yapıldığını öğrenmem yıllar alsa da hayatın içerisinde bu çok da gerekli bir bilgi değildi. Ama yapımı özen gerektiren bir aletti ve çok ciddiye alınması gereken bir işti. Bir kere çatalın hangi ağaçtan yapıldığı acayip önemliydi. Kızılcık, güvem; artık en sağlam geçer akçe hangi ağaçlarsa onların tercih edilmesi bir gereklilik konusuydu. Çatal üstten telle bağlanmak suretiyle ateşte fırınlanır, kavis aldırarak kemikleşmesi sağlanırdı. Taşın konduğu meşin (adı öyle) kısım mutlaka deriden olmalı ve artık kullanılmayan bir ayakkabının özellikle arka kısmından ölçülü bir şekilde kesilmeliydi. Lastiğin meşin ve çatala bağlandığı iplerse mutlaka çuval ipinden olmalıydı; aksi hâlde kullanılan ip, lastiği zamanla kıyardı. Lastik de öyle ha deyince bakkaldan alınacak şekilde elde edilmesi kolay bir şey değildi. Neyse, o da ayrı hikâye şimdi.
Sapandan silaha terfi etmem, hayatımda her konuda olduğu gibi erken gerçekleşti. (Mantar toplamaya ilk tek başıma çıktığımda da dört yaşındaydım. Evin yolunu kaybetmiştim. Buldum ama sonra, ne olcak ki!)
Sırtıma silahı ilk astığımda silahın boyu benim boyumdan uzundu. O yüzden omuzuma düz asamaz, silah yere sürtmesin diye çapraz asardım. Belime taktığım fişek kolonuysa tam bir komedi sergilerdi.
Silahı sırtıma asmadan önceleri, dede köyünde sapanla dolaşmaya çıktım. Küçük mü küçük bir çocuğum o zaman. Henüz yeni tanışmışım kuşlastiğiyle (Rus romanlarında olduğu gibi farklı isimleri aynı yazıda kullanıyorum. Neyse ki mevzu kitap değil, yoksa dön beş sayfa geriye “kimdi bu adam” diye ara dur. Edebiyat hani yoktu ama! Ah, Anna Karenina! Cizinna demediğime dua edin siz. Bilinen yerlerden ah’lanıyorum. Sonra vay efendim ben bu konuya çalışmadıydım falan anlamam!)
Galiba o ağaç, bir incir ağacıydı bense acımasız katil çocuk! Sapanı o zamanlar çok da kuvvetli olmayan kollarımla gerdim gerdim ve meşini tutan parmaklarımı yavaşça gevşettim. Zavallı küçük kuş, dallara çarpa çarpa yere düştü. Aldım kuşu yerden. Ölüm denilen şeyle tanışıyordum. Hele ki öldüren ben olunca, bu tanışma daha dramatik bir hâl aldı. Onu öldürdüğümü tam olarak elimde ona bakarken anladım. Sonra çocuk duygularım ağır bastı, ağlamaya başladım. Kuşun anne babası, varsa yavrusu gibi şeyler geldi aklıma. (Neyse hikâye devamı bende kalsın. Bir ara uğrarsanız, çay içerken anlatırım. Ama biz çok sabahlayacaktık hani muhabbetleşerekten!)
Bizim köyde ilginçtir ki saksağanın adı yine saksağandı kargaya da yine karga denirdi. (Olduğu gibi kalmalarında bir sakınca görülmemiş olsa gerek!) Oysa ki birçok şey ve özellikle kuşlar genel kabul görmüş isimlerinin dışında başka adlarla bilinirlerdi. Sonradan fark edecektim ki konmuş olan bu adlar öyle gelişigüzel verilmemişti. Mesela ben hacıkuşunun aslında kırlangıç olduğunu baya büyüyünce öğrendim. Kabullenmek ne zor olmuştu hem. Yaz sonu kırlangıçlar hac bölgesine göçüp yaz başı yine oradan döndüklerinden onların adı hacıkuşu’ydu. Çatı altlarına, duvar köşelerine, hayvan damlarına çamurdan ev yapan, (mukarnaslı tonoz olsa oraları da değerlendirirlerdi kuşkusuz) alçak uçuşlar sergileyip elektrik tellerine konan köyümüzün sezonluk müdavimleri… Yine o zamanlara da değinen henüz yayınlanmamış romanımızda şöyle şeyler demişiz: (Yok, edebiyattan sayılmaz bu ama! Hem kendimden alıntı zaten.) “Kahve kokusu karışıyordu ellerine bakarken hayallerine. Gözleri, gerdanındaki kolyeye takılıyordu; gözlerine kapılmadan önce ve çok önce; kırlangıçlar uçuşuyordu havuz başında. Suya her süzülüşlerinde sonsuzluğa yayılan halkalar oluşuyor, ıssız kalan sokaklarda genç kızlar gülüşüyordu. Düşleriyle dokunuyordu, gülüşleriyle… Dudak kenarına iliştirdiği o gülüşleriyle…”
Bir keresinde de bir şiirde şöyle demişti kendim:
“Kırlangıçlar yine göç hazırlığında.
Seninle güzeldi seni hayal etmek.
Hayal ederken kuş seslerini dinlemek.
Teninde gizli bir beni buluvermek.
Seyretmek ibibikleri sana sarılışımda.
Ve seninle güzeldi zaman,
Sevgilim her şey seninle güzeldi.
Boynunu süsleyen nokta,
Yazılmış en güzel gazeldi.
Kar yağarken şehrin çatılarına,
Yüzüne bakmak,
Hem ebet hem de ezeldi,
Olağanüstü güzeldi.”
Şöyle de mi demişti sanki bir ara:
“Bir buse bir ecel ve bir başlangıç,
Devlerin aşkına gıpta eden kırlangıç.”
(Evet, böyle de demiş kendisi.)
Kırlangıçtan çıkalım, leyleğe leylek dendiğini hatırlamakla birlikte serçeye de “saçak kuşu” dendiğini söyleyelim. Aslında mevzu basit, saçaklara yuva yaptıkları için onlar saçak kuşuydu.
Sesiyle geç, görünüşüyle erken tanıştığım Süleyman Peygamber’le Belkıs arasındaki haberleşme işini sağlayan “hüthüt”e gelelim. İbibik diye de bilinen, (şarkıdaki ismiyle diye belirtelim fakat dipnota gerek yok) ülkemizde başka yöresel isimleri de olan ve bizim köyde “harman horozu” diye bilinen bu kuş, gerçekten masalsı bir hayvan. Harman yerlerine konup başında tüyden kocaman bir ibiği olduğu için adı “harman horozu” olan bu kuşun ötüşü ise bende mistik bir algı oluşturuyor. Bir gagadan değil de sanki ney gibi bir şeyden çıkıyormuş gibi ruha hitap eden bir ötüş… Nisan/mayıs aylarıyla birlikte sabaha kadar öten gece bülbülleri ise mistisizmden öte, tamamen aşk davası. Tasavvufun varacağı, Mecnun’un Leyla’sında konaklayacağı bizimse bizden olduğumuz yer: Ah mine’l aşk! (“Aşkın elinden âh çekmek” demek olup âh mine’l aşkın ilk harfi ‘elif’ bir hançeri, ikinci harfi ‘he’ ise ağlayan iki gözü simgeler. Hem kahreden aşk, hem de kahreden gözyaşının ifadesidir. Bir sonraki yapacağım ağaç fincana sevgilinin adı yerine Âh mine’l aşk yazsam yeri; az âh ettirmedi âh ettirişini de sevdiğim.) (Bak şimdi, adam ne âşık çıktı be!)
– Dostum, mevzu kuşlardı ya hani!
Ha evet, ne diyorduk; “üveyik”e ötüşünden dolayı “gurleyik” denmiş olup şiirlerimde ise yer edindiği görülmüş bir kuş türüdür kendisi. Ve akşama doğru tünedikleri (“tün” de gece demek olup, gecelenen yere “tünek” falan denmiş. Öğlenleri tünaydın gibi şeyler diyenlere hani!) çoğunlukla çınar ya da meşe dallarındaki ötüşlerini dinlemek, dinlerken öyle şeyler işte! Âh ulan, âh mine’l aşk!) “Karatavuk”, “karabakkal” olarak tanıştırırken kendini, uzun kuyruklu “kuyruksallayan” kuşunu “bokçu” olarak tanıdık, bokluk tepelerine çokça kondukları için. “Bokluk” kaba bir kelime olarak kodlanmadı ama bizim masum zihinlerimizde. Hayvan gübrelerinin yığıldığı yerin adı olarak bildik onu da. Kışın kar biriktiği zaman çok kuşun karnını duyurmuştur o yığınlar.
Köyün altındaki gölün varlığı ise ördek ve su kuşlarının türleriyle tanıştırdı bizi. Küçük yapılı olan “çıtır ördeği”nin (yine çıkardığı sesle ilgili bir adlandırma) sesi bende başka bir yer etti nedense. Nisan ayında suların en bol olduğu zamanda sürüler hâlinde gelirlerdi. “Kaşıkçı ördeği” adını gagasından, “kılkuyruk ördeği” ise kuyruğundan almıştı. “Küçük ördek” çapınca, “koca ördek” de yine çapınca adlanmıştı. Ama kaza yine kaz denirdi mesela. Görüldüğü yerlerin ise bir gören olarak bana sorulduğu olurdu!
Tamam, “saka kuşu”na “kocakafa” denmesi de estetik bir kaygıya gerek duyulmadığının ispatıydı ama o da vücuduna göre baya kocaman kafalıydı yani! Ama “çulluk” denilen, Kafkaslar ve Rusya üzerinden gelme uzun gagalı o muhteşem şeye neden ‘köryelve” dendiğini ben de anlamadım. Fakat “tepeli”nin adının “pipili” olması kabul edilebilirdi. “Guguşçuk”lar ise bizim kadar bizim köylü olup yaz kış beraber yaşardık. “Guguk kuşu” mu yoksa “kumru” mu deniyordu acaba bizim köyün dışında ona? Yaa, hepsi bir yana, biz “yusufçuk böceği”ne (aşkla meşkle ilişkilendirilip kolyeleri, süs eşyaları yapılan kuşumsu böcek) “helikopter böceği” demişiz yıllarca! Tamam, “uğurböceği”ne de “uçböceği” deyiverdik! Annesi babası terlik pabuç alacak diye olsa gerek. (O çocuk şarkısını herkes bilir diye düşündüm ama şimdi kuşak farkı falan, neyse!)
– Kuşlar azizim, kuşlar diyorduk!
– Ama o kuşlar göçtü be dostum. Geriye elimizde biraz hatıra biraz da “âh mine’l aşk” kaldı! Sizde ne kaldı?
Ve demiş ki Şeyh Galip:
“Kevser-i âteş-nihâdın adı aşk,
Dûzah-ı cennet-nümânın adı aşk,
Bir lûgat gördüm cünûn isminde ben,
Anda hep cevr ü cefânın adı aşk.”
Yani mesele sadece kuşlar değilmiş. Kuşlar ve düşler arasındaki o incecik çizgiymiş. Bu yazımızla da kuşlara değil ama düşlere veda etmiş olalım. Zaten kuşlar bize çoktan veda edip göçtüler. Düşlerimizse acıyan kalbimize sığmadı. Belki de bize yakıştırılmadı, kim bilir!