Telefon çalıyor. “Buyurun efendim size nasıl yardımcı olabilirim?” “Nasıl kurtulacağım kızım, yarım et.” diyor ağlamaklı bir ses. Bir yıldır duymaya alıştığım farklı seslerden birinin, aynı dertlerle kapıma vardığını anlıyorum.
Dinliyorum…
“Bizim çocuk daha on üç yaşında. Bir oyuna takılmış gün boyu telefonda gömülü. Bilmem adını ben, alengirli şeyler. Ne aldıysa almış. Benim faturam kabarmış. Yardım et kızım. Her ay bununla baş edemem ben.”
“Bilgilerinizi kontrol ediyorum efendim. Geçen ay internet kısıtlaması yapmışız.” Atlıyor telaşla ses, “Yapsak ne fayda. Evin internetine bağlanıyor. Odasından dışarı adım atmıyor artık. Önceden yine dışarı çıkıyordu. Orada da elinde telefon oyundan gözünü ayırmıyordu ama olsun en azından oksijen alıyordu be yavrum. Şimdi hepten eve tıkıldı. Yok, mu başka bir çaresi? En azından şu faturaya yansıyacak alışveriş yapmasa.”
“Anlıyorum efendim. Bir dakika bekleteceğim. Kontrol ediyorum.” Umutlu bekleyiş karşı tarafta başlarken otomatiğe bağladığım kelimeleri sarf etmek benim için çok zor oluyor. Esasen söylemek istediklerim çok başka olsa da görüşmelerimiz kayıt altına alınıyor “Hattı kapatmamı isteyin. Çocuğunuza tuşlu telefon verin” diyemiyorum mesela. “Gerekli ayarlamaları yaptım. Telefonunuza bilgilendirme mesajı yolladım. Onaylıyor musunuz?” diyebiliyorum sadece. Aldığım onayla kapatıyorum telefonu, çektiğim nefes yetmiyor. Bir sonra ki ay aynı sesi yine duyacağımı biliyorum.
İç huzura varamadan, huzursuzluktan sıyıramadığım düşüncelerimle yeni bir çağrıya cevap veriyorum. “Buyurun efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?” genç bir bayan sesi bu kez. “Acilen internet paketimi yükseltmek istiyorum.” diyor. Sesindeki tını gerçekten acil olduğunu yansıtıyor.
“Bilgilerinizi kontrol ediyorum. Bir dakika bekleteceğim sizi.” Bekleyen sesten sık sık soluklar geliyor kulağıma. Merak etsem de soramıyorum bu kadar acili yetin nedenini. “Hattınıza otuz GB internet tanımlı. Dilerseniz elli GB ya da altmış GB ta yükseltebilirim.” “En yükseği olsun lütfen. Benim oğlum otizmli. İnternet biterse mahvolurum. Mümkün değil… Baş edemem.”
Beynimde patlayan şimşekler oluyor duyduklarım. Sadece beni sarsıyor. “Anlıyorum efendim.” diyorum. Anlayamıyorum. “Altmış GB internet hattınıza tanımlanmıştır. Onaylıyor musunuz?” derken kelimelerimde boğuluyorum. Onayı alıyor telefonu kapatıyorum. Anlamıyorum…
Komşu oturmalarında sırf rahat etsinler diye hiçbir rahatsızlığı olmayan çocukların eline tutuşturulan telefonlar onları hasta ediyor. Bağımlı hale getiriyor. Aileler bunu göremiyor. Bir kahve içimlik zamana çocuğun ömrü feda ediliyor. Anlamıyorum. Her gün böylesi sarsıtıcı birkaç görüşme mutlaka yapıyorum.
Uğultulu bir ofis. Sürekli çalan telefonlar. Birbirine karışan sesler. Tüm benliğim şu karmaşadan kurtulmak için hevesteler… Gözüm saate kayıyor. Kulaklığı çıkarıyorum.
Mesai bitimi… Ruhumun yitişi…
Annemden duyardım hep. Mutlu olacağın işi yap kızım derdi de ötesini önemsizleştirirdi. Bana anlamsız kelime yığını gelir, dinliyormuş gibi yapar, dudağımda beliren alaycı ifadeyi saçlarımla örtmeye çalışırdım. Bana göre iş demek para demekti. Param olduktan sonra mutluluk zaten benimdi. Öyle pek büyük idealler peşinde koşan biri olmadım hiç. Nasıl olsa bir işim olurdu. Çalışacaktım sonunda. Hangi meslek olursa olsun ne fark eder ki para kazanacak özgürleşecektim nihayetinde. Aklım bir karış havalarda, hülyalı hayallerde tükendi okul yıllarım. Odak noktam daima maddiyattı. Doğal olarak liseyi bitirsem de üniversiteyi kazanamadım. Akıllıca davrandığımı düşünerek bilgisayar kursuna gittim. Tüm detaylara hâkim olarak bitirdim. Bu önemli bir mevzuydu sonuçta. Ne yaparsam yapayım bilgisayarı etkin kullanmak ilk şarttı. Arkadaşlarım not peşinde koşarken ben kendi paramı kazanacak, ayaklarımın üzerinde duracaktım. İş ilanları arasında birkaç hafta dolandım, birçok başvuruda bulundum. Çokta kolay değilmiş bulmak iki ay bekleyince anladım. Üçüncü ayın sonunda pişmanlığımı dile getirecektim ki şansım döndü. Telefon operatörü olmak için yaptığım başvuru kabul edilmişti.
Dört bin lira maaş beni özgürleştirmeye yeterdi. Keyfim yerindeydi doğrusu. On dokuz yaşına yeni girmişim, ayaklarım yerden kesik. Daha yüksek ücret alacağım bir yer bulana kadar bu bana yeter dedim. Yetmedi… İş bulmak öyle kolay değilmiş. Anladım. Şimdi yirmi yedi yaşındayım hala aynı işimin başındayım. İki yıl önce evlendim ve paranın mutluluk getirmediğini anladım. Altı bin liraya ulaşan maaşımın da yetmediğini o zaman kavradım.
En büyük anlayışım bugün annemin sözlerini fısıldıyor kulağıma. “ mutlu olacağın işi yap kızım” geri dönüşüm yok. Can kulaklarım sızlıyor bugün yaptığım işte. Her gün onlarca telefon. Her gün bir yığın dert, tasa. Borcunu ödeyemeyenler, tarifesinden memnun olmayanlar, hattını taşımak isteyenler, yığınla üstüme gelirler. Hepsi tamam da son bir yıldır dayanamıyorum duyduklarıma.
İşe gelişler işkence, işten çıkışlar tükenmişlikle dolular. Teknoloji esiri onca kurbanlar, beni çocuk yapmaktan alı koyuyorlar. İnsanlar çaresiz, insanlar sistemin esiri, insanlar göz göre göre bataklığın içinde…
Düşüncelerin ve ihtimallerin karmaşasıyla yükleniyor, dışarı çıkıyorum. Oksijeni çekiyorum ciğerlerime. Yoksunluk yaşayan bir bağımlı gibi, kavuşma anına varmışım sanki… Gökyüzüne çeviriyorum başımı. Mavinin ve beyazın ahengi, tıpkı çocukların internet dünyasında kaybolmadan önceki halleri gibi. Henüz geceye varmamış, vaktin karanlığı çökmemiş üzerlerine. Alaca bir zaman dilimi kadar maviler sadece…