Alışmanın Laneti

37 Görüntüleme
5 Dak. Okuma

Alışmak sevmekten daha zor geliyor.
Alışmak bir yana, bağrım da kanıyor.
Sen yoksun, ellerim boşluğu arıyor.
Alıştım bir tanem, alıştım sana…
(Selami ŞAHİN)

Mekan mefhumuna meydan mı okuduk, zamandan bağımsız mı olmaya çalıştık? Belki de varlığın ispatına fazlasıyla saplandık, kaldık…

Acaba böylece haddi mi aşıyoruz, bilemedik ama Aşk, O, zamandan ve mekandan münezzeh aslında. Ben senle sensiz, sen benle bensiz değiştik. Yani yaşadık, yaşayabildiysek beraberdik. Şimdi ise rota çıkmaz sokakta görünüyor. Ama ne kadar planlarsak, bir de O planlıyor. Mantık ve duygu çatışma halinde yine. Seçim ise göstermeliktir, her zamanki gibi. Hatta ne kadar büyük olabilir ki cüz-i irade? Keder elinde değil diye hiçlik. Hiçlik, kazançlarımızı da kayıplarımızı da kendimizden bilmeme huzuru aslında. Cehenneme sürükleyebilecek kadar mı bizi? Huzur rehavete dönüşürse cehenneme sürükler, belki de… Hep böyle olmaz mı zaten? Tam alıştım derken, ayrılık vaktini işaret eden bir hüzme belirir ufukta. İnsana anlatılmak istenen buydu belki de, kalıcı değilsin işte, öyle olur olmaz her şeye hemen alışma! Kısır döngüye girmiş sistemden çıkmak basit, lakin insan bir makine değil ki kalsın sabit. Ya senle sensiz, veya senle fark eder mi? Yoksa bu ecele kadar daim olan kader mi?

Alışmak! Kulağa ne kadar da sarılıp cana sokulası bir kelime gibi geliyor. Yeni başlangıçlar ne kadar tedirginlik besliyor içinde. İşte ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem diyor şarkıda. Gitmek, sarılınası kucaklanası bir kelime değil. Gidenler de sevimsiz. Hem duymadım henüz, insandan başka, gidenlerin sesini. Duydum mu, yoksa?

Tescilli acıları vardır. Hüviyetine vurulmuş tanınmışlık mührü gibi, ölene kadar tedavülde kalan. Nenemin gözündeki dedemden miras körlük de böyleydi işte. Adı gibi, ona kabre kadar eşlik edecek.

Aslında Bilge kadındı nenem, tam bir Anadolu kadın anası. Ebeydi, köyün nüfusu ondan sorulurmuş, yaşlıydı, ben hatırlayacak yaşlarıma geldiğim zaman, ebelik yapmıyordu. Masalcıydı, eski hışırtılı radyosuna, iyi duymayan ama diğerine nazaran fena da olmayan kulağını dayardı sabahın dokuzunda, Rüştü Asyalı’nın seslendirdiği meselleri, radyo tiyatrolarını dinlerdi.

Yıllar, güzelliğine bir de hafızasına dokunmamıştı. Şeker hastalığı gözlerini almıştı, biraz da kilo da yapmıştı o kadar. Tencere dolusu sütlü kurabiye, tencere dedimse, öyle üç beş kiloluk değil, aşure kazanıydı mübarek. Dört kilo un, iki kilo şeker ve sair malzemeyle yapılan kurabiye, devasa alüminyum tepsiler de fırına götürülürdü. Fırından gelen kurabiyeler tencereye konulur, nenemin bir sonraki ziyaretine kadar bize yetmesi umut edilirdi. Yemek sonrası atıştırmalı olarak planlanan kurabiyeler aşırmayalım diye, buzdolabının üzerine konurdu. Ama okul dönüşü, annemin kardeşimle ilgilenmesini fırsat bilip, yemekten önce sandalyeyi dolabın önüne koyabileceğimi kimse düşünmüyordu sanırım.

Annem farkına varmaz mıydı? O da her normal anne gibi, ağzımın kenarında ki kurabiye kırıntılarını salonun başından görürdü elbette ama sesini çıkarmazdı.

“Kızım, kurabiye kavanozuna okuldan gelir gelmez elini daldırınca görmezden geliyorum, sandalyeye tırmanıp kurabiyeyi almak için efor ve emek sarf etmesine müsaade edemem. Kurabiyeleri tezgâha koyuyorum. Düşmesinden endişe ederek tırmanmasını asla öğrenemeyeceğini biliyorum. Biliyorum. Anneannem gibi bilge annem kadar umursamaz değilim.”

Noktasız cümleler gibi uyandım bu sabah. Yeni bir hikâyeye başlamak, hayatın yazım kuralına uymazdı, nokta konulmadıysa. Babasının sözünü duyar gibi olmuştu: “Hayat sana bir şey vaat etmez, madene açılan kapıyı gösterir, in, kaz, al der!” Unutmamıştı tek kelimesini, babasına dair ne varsa belleğinde mıhlıydı, duvarda asılı unutulmuş eski çerçevede ki, derin derin bakan masmavi gözleri gibi.

Düşünce denizinde boğulmak üzereyken, oğlu can yeleği atmıştı yine, hep böyle yapardı, belli ki annesinin ruhunu da yanında istiyordu.

“-Anne, makarna kaldı mı?”

Makarnayı ısıttı. İştahlı iştahlı tabağa saldıran çocuğu seyretti. Yağmurun başladığını anlayınca kalktı, mutfak penceresin yöneldi, perdeyi aralayıp, belli belirsiz mırıldandı…

“Akşam gamzesine yağmur doldurdu, hava da soğudu, ıssız şehirler de üşür mü babam…”

Oğlan havayı dağıtacaktı, kararlıydı.

“Roma’yı yine yaksalar da ısınsak dimi anne?”

Alışmanın nefes aldırmayan boşluğundan sıyrılmıştı. İnsan babasına alışmayıp da ne yapardı ki? Babasızlığa nasıl alışsındı sonra…

Fakat görünen o ki, evindeki yumurcaklar ona “unutmak” konusunda hayli yardımcı olacak gibiydiler.

Ağlarken gülmeye dönmüştü, babadan miras bir çift göz…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Eğitmen / Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version