Köy çeşmeleri vardır; büyük beton depolar, su orada birikir ve kullanılan musluğun çok çok üstünde, deponun bitimine yakın bir yerde uzun bir tahliye borusu olur. Ta ki depo dolup kullanılmadan biriken su, kapağa kadar dayanıp taşmasın diye… Uzun süre yoldan gelip geçen, susayıp içen olmamışsa yukarıdaki tahliye borusundan su akar. Çeşmenin önüne yapılmış derin havuzda toplanır, hayvanlar içer, oradan boşalan da bahçelere doğru usulca akar.
İnsan da o çeşmeler gibidir; ruhunu beslediği pınar doldurdukça onu, eşe dosta, kendisinden isteyene yavaş yavaş balından, şerbetinden verir. Gün olur, konuşamaz, anlatamaz, biriktirirse içindekileri… Bu kez tahliye borusundan rahatlayan köy çeşmesi gibi, bulduğuna akıtır birikmişini.
Metrobüste yanına oturan teyzeden hiç aklında olmayan nice tuhaf hikâyeler dinlersin. Hastanede sıra beklerken geceyi nasıl geçirdiğini anlatan amcalar, yolda izde selamlaşmadığından duyduğun serzenişler… Takılır veya umursamazsın; ancak mecburen senin depon da dolar, sıkışır.
Abıhayat çöplükleri var içimizde; cevap veremediklerimiz, vermediklerimiz, sindirip sakladıklarımız birikir de ortalık yerde ummadığımız zamanda, hazırlıksız patlayıverir. Ne sen tanırsın o an seni ne de seni tanıdıklarını zannedenler. Dökülmez, adeta saçılır, sıkıştırılmış öfkenin asitlediği tüm duygular…
Zorlamamak gerekir sineyi; topu topu iki karışlık alan… Dünya hızla dönüyor, hayat üst üste akıtıyor, şartlar sıkıştırıyor, insanlar hırpalıyor… Bir ara verip bir durup nefes almalı.
“İnsan insanın ağusunu alır.” der atalarımız; derdini, acısını, zehrini alır demektir. Yaz, rahatlarsın, elbette. Suya konuş, dinlendirir belki de. Sosyal platformlarda yazış, bilmediklerinle; uzaklaştırır derdinden bir nebze. Ancak illa gözüne baka baka, eline dizine dokuna dokuna bir cana sokul, usulca dökül, bak nasıl da şifa olur yüreğine…
— Terapiye gidiyorum haftada bir…
— Ben de…
— Benimki bu ay sonu, iki haftada bir olacak…
— Ben istemiyorum böyle devam etsin.
— Sen terapiye gitmiyor musun?
İlk defa gittiğimde “Hocam, rehberimde 350 kişi var ve inanın 100’üyle sıklıkla görüşüyorum. Ne var ki çatlayacak kadar içime tepişdiklerim var. Kırmayayım, incitmeyeyim, üzmeyeyim, kızdırmayayım derken düğüm düğüm olmuşum. Bir ucundan çözelim mi sizinle?” demiştim…
Çözülürken düğümleniyor insan. Bizi bu kadar bir başımıza bırakanlara sözüm… Çayı usul usul içecek vakit yok sadık bir yarenle. Telefonla şarj olduklarımıza bile giderek vakit yetmez oluyor. Dert değil ki sadece biriken; izlediğin film, okuduğun kitap, hayal ettiğin bir güzellik, duyguların… Tatlı tatlı anlatacağın nice konu içinde katlanıp rafa kaldırılıyor.
Sürekli dış dünyadan akan yeni etkiler, karşı koymaya fırsat bulamadan ruhumuza dokunuyor. Teknoloji karşısında zayıf kalan bedenlerimiz, yorulan ve karışan ruhlarımız nihayetinde acı çekmeye başlıyor.
Zor zamanlarına kalmışız dünyanın; hızla mekanikleşen insanlara şahidiz. Duygulardan arınmış, belli bir hedefi olmayan, odak ve karar mekanizması çalışmayan ürkütücü bir yeni nesille aynı ortamlarda dolaşıyoruz. Yangının etrafında kayanlara şaşırmıştık; oysa her gün benzeri ne çok durumu görmezden geliyoruz.
Kafede, “O suyu içmiyorum ben.” diyen birine yaşlı teyze baktı ve “Neden içmiyormuş kızım?” dedi. “O suyun markası boykot.” dedi yanındaki hanım. Teyze iyice şaşırarak, “Ne boykotuymuş?” diye sertleştirdi sesini. Hanım anlatınca, arkasına yaslanıp sinirli bir şekilde “Bakın kendi işinize! Arabın dalaşından size ne?” deyiverdi.
Can, insan, bebek, mazlum, zulüm, sımsıcak ve durmayan ölüm… Yok sayıp görmedikçe yok olup görünmez oluyor insanlığımız. Ne ara bu derece uzaklaştık cevherimizden? Ne zaman silindik iyi niyetli atalarımızın listelerinden? Ne zamandır böyle vahşi ve duyarsız oldu benim memleketim insanı?
Atalarımız gitmemiş miydi Yemen’e? Koşmuyor muyduk Afrika’daki susuzlar için? Kediye, kuşa, köpeğe hizmet etmemiş miydi dedelerimiz? Bulamıyoruz yerimizi, unutturdular. Bulamıyoruz yüreklerimizi, öğüttürdüler. Çocuk sesine tahammül edemiyor büyükler, büyüklere merhamet etmiyor küçükler.
İtişip kakışılıyor her yerde ve alabildiğine gerilmiş tüm sinirler… En basit temasta ortalık karışıyor. Herkesin işi önemli, herkesin işi acil. Birinden biri az bir soluklansa herkesin aklı başına gelecek. Ah, o bir soluklanma, son soluklanma olmasın da hiç anlamadan…
Çocuk denecek yaştakileri gömüyoruz artık kara toprağa. Gün içinde normale dönüyoruz bir iki saate… “Ayşe yurt dışına çıktı.” der gibi söylüyoruz ölümleri. Ne bir ders, ne bir kaygı, ne üzerine alınma, ne ürperip korkuya kapılma var. Her şey, kötü bir filmi duyarsız izlemek gibi kayıtsızca yaşanıyor.
Sarımsaklar kof kof olmuşlardı. Çocuktum, kurcalıyordum. Annem (Allah rahmet eylesin), “At onları kızım, ruhları uçmuş.” dedi. Sarımsakların ruhu çok ağırmış demek ki… Ne kadar hafif ve güçsüz kalmışlardı, boş boş. Şimdiki insanlar gibi…
“Allah razı olsun.” demek, seni gördüğünün işaretidir. Seni gördüm, yaptığını gördüm, memnun oldum. Bunu Rabbim de gördü, O da memnun oldu. Hep memnun olacağı şeyleri yapmayı nasip etsin demektir.
Birbirimizi görmüyoruz artık. Fark etmiyoruz, memnun olmuyoruz, iyi duygular hissetmiyoruz, teşekkür etmiyoruz, minnet duymuyoruz. Giderek daha da kötü oluyoruz.
Rabbim içlerimize yönelip O’nunla ilgilenmeyi, kırığı döküğü onarıp, eksiği gediği tamamlayıp yeniden hissedebilen, sımsıcak yürekli insanlar olmayı nasip eylesin hepimize…