Âmâkı Hayâlde Vahdet-i Vücud

Zübeyde Demir 71 Görüntüleme Yorum ekle
12 Dak. Okuma

“Ve körün unvanını arif koyarak
Görenin ismine
Divane denildi.
Nice efsaneleri saydırmış ilim
İlm ü irfanına efsane denildi.’

Âmâk-ı Hayâl, günümüz Türkçesi ile “Hayalin Derinlikleri” isimli roman, II. Meşrutiyet devrinin önde gelen İslâmcı fikir ve ilim adamlarından Şehbenderzâde Ahmed Hilmi tarafından 1910 yılında kaleme alınmıştır. İslam kültürü kadar Batı kültürünü de çok iyi bilen Filibeli Hilmi, Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi konuşmasının yanında bir dönem Dar’ül Fünun’da felsefe hocalığı da yapmıştır. Yazar bu tasavvufî ve felsefî eseri, masal ve hikâye karışımı olaylarla ve alegorik bir üslûpla ele almıştır. Fakat bu eser ‘masal mı, hikâye mi yoksa roman mıdır’, diye sorduğumuzda, Ahmed Hilmi 1910’daki baskısına yazdığı ön sözde kitaba hikaye der fakat parantez açarak “Acaba hikâye mi?” diyerek soru sorar. Eser, iki ana kahraman etrafında oluşması hasebiyle roman kimliğini ve bu kimliği ile birlikte geleneksel anlatıyı da kapsadığından açık yapıt ismini de alır. Bu muhteşem eseri ona yazdıran bir hakikat mi yoksa bir rüya mı bilinmez ama onu okuyan her insanı, gerçeğin âleminde binlerce rüyaya, rüya âleminde bir hakikate sürüklediği kesin. Nasıl bir akıl ki, hayal dünyasını Ahmed Hilmi’nin önünde dize getirmiş. Hayret ki hayret, hayret onun nezdinde bir eşik sadece. Ve hayret eşiği ile başladı bu masal, dünya âleminde. Bizim masal diye düşünerek, kurgu diyerek okuduğumuz, dinlediğimiz sayısı bilinmez anlatıların gerçek, yaşanmış olması da işte aslolan. Edebiyat, yazara göre de zaten bir eğlence vasfından daha fazlasını hak eder. Eser bir hakikat endişesi taşımalıdır, Filibeli’ye göre. Âmâk-ı Hayâl, dehlizde binlerce insan arasından yalnız seni seçmiş gibi hissettirerek bilincini okşuyor ve ruhunu sarıyor. Okurun varlığını bileyip benzersiz olma şuurunu ona sevdiriyor. Onu hayal denizinde bir gezintiye çıkarıyor ki, sonu hakikat limanı olsun. Kitap, yazarın hayal dünyasının zenginliği yanında, felsefedeki bilgi ve donanımı ile okurunu şaşırtmayı ve heyecanlandırmayı başarıyor.

A‘mâk-ı Hayâl, II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı toplumunda yeni yeni görülmeye başlayan maddeci görüşe karşı kaleme alınmış bir kitaptır aslında. Eser ve içeriğindeki bölümlerin yazılış amacı, toplumun bu maddeci sığ tavrına karşı ruh ve kâinatın sırrını, özellikle yaratılışın gayesini açığa vurmak istemek ve bunu alegorik biçimde anlatmaktır. Bu roman, İslam mitolojisinde de oldukça önemli bir yere sahip. Eserin iki kahramanından biri Ahmed Râci, diğeri ise Aynalı Dede isimli bir meczup. Râci temsil ettiği ruh ve hâl iklimi ile insanın durumunu ve olaylar karşısındaki tavrını bize aktarırken; Aynalı Dede, hakikatin kendisi, insan-ı kâmil, bir evliya, ak sakallı kılığına bürünmüş bir mürşid olarak Râci’ye yani insana, hakikati bulmakta yol gösterici bir vasıftadır. Dedenin hüviyetinde, kişiliğe bürünmüş bir tasavvuf ilmi, Râci’nin hüviyetinde ise, gönlü ilme susamış bir öğrenci görmekteyiz. İki karakteri eski bir mezarlıkta karşılaştıran yazar, “Bu mezarlık, yalnız birçok hatıra ve cesedin defnedildiği bir yer değil, birçok güzel eserin de hazinesi durumundaydı.” diyerek, bu madde âleminde bir mânâ arayan her insanın kapısından mutlaka gireceği mezarlığı okuyucunun dikkatine sunar. Bu ceset meydanı, varlık âlemine geçişte bir pencere olsa gerek. Râci, rahat ve huzuru, mutluluğu kendinden geçme ve akılsızlıkta arayan bu boş ve çapkın adam, aslında dindar ve çok iyi bir annenin sonsuz özeni ile büyütülmüş bir gençtir. Son derece zeki, mükemmel bir tahsil görmüş, az çok, her şey hakkında bir fikir sahibi olmuş bu genç, hem zahir hem batınî ilimler ile meşgul olduğundan sökülmez bir din duygusuna sahip olduğunu düşünür. Fakat bu bilgi yığının altında ezilip kendisiyle baş başa kaldığı bir gün bunalıma girer. “Ben küfür ile imandan, ikrar ile inkârdan, tasdik ile şüpheden meydana gelmiş bir şey olmuştum. Kalbimle inkâr ettiğimi aklımla tasdik eder, aklımla reddettiğimi kalbimle kabul ederdim. Kısacası şüphe denilen ejderha vücudumu sarmıştı.” denilerek vicdanı altüst eden bu buhran, okuyucunun gözleri önüne serilir. Aynalı Baba, Ahmet Râci’yi ruhî hâllerle tasavvufun kapısından içeri sokar. Onu enbiyaların, evliyanın sırları ve halleri içinde baş başa bırakır. Bütün bu sergüzeşt, bir takım olağanüstü durum ve hayaller içinde anlatılmaktadır. Yazarın bütün fikirleri “Râci’nin Hâtıraları” ve “Manisa Tımarhanesi” adlı iki ana başlık altında toplanmakta ve çoğunlukla birbirleriyle pek de bağları bulunmayan çeşitli bölümler halinde okuyucuya aktarılmaktadır. Hâtıralar kısmı “Aynalı Baba ile Görüşme” ile başlayarak, dokuz günlük bir süreç içerisinde sırasıyla “Yokluk Tepesi”, “Temaşa Bayramı”, “Daimi Dönüşüm”, “Arifler Meclisi”, “Azamet Sahası”, “Kaf ve Anka”, “Azamet Deryası”, “Sonsuz Bilmece” ve “Ulular Meclisi” bölümlerinden oluşurken; ikinci kısım, “Manisa Tımarhanesi”, “Raci’den Sami’ye Mektup”, “Makam Düşkünü Bir Deli”, “İki Hafızın Hikâyesi”, “Akıllı olduğunu Sanan Bir Deli”, “Birinci Bölüme İlâveler”, “Leyla’lı Mecnun”, “Leyla’sız Mecnunlar”, “Âlemin Nasibi”, “Aynalı Baba’nın Ebediyyen Ayrılışı”, “Mutluluk”, “Bir Kahvede Yaşananlar”, “Gençlik İksiri” bölümü ile sona erer. Yukarıda adı geçen iki ana başlık, aslında birbirinin tam zıddı iki âlemi gösterir; ilk bölüm gerçeğin âleminde bir rüyaya kapı aralarken; ikinci bölüm rüya âleminde binlerce hakikatin izini süren bir delinin ahvalini anlatır.

A’mâk-ı Hayâl kitabında Ahmed Hilmi, roman kahramanının kişiliğinde, felsefenin insanı gerçek mutluluğa ulaştıramayacağını göstermek ister. Bu felsefi yolculukta birinci gün, Nirvana’ya (Budizm) ulaşmak için kendisini Buddha’nın huzurunda gören roman kahramanı ikinci gün, Zerdüşt’ün (Zerdüştlük) sarayında Ehrimen’le Hürmüz’ün (Aydınlık- Karanlık çatışması) savaşını seyreder; üçüncü gün, Devr-i Dâim şehrine gider; dördüncü gün, ârifler arasında yapılan bir imtihan vesilesiyle insanların hakikati görmelerinin ne kadar zor olduğunu anlar. Beşinci gün, Hint ülkesine (Hinduizm) musallat olan yedi başlı, yetmiş ayaklı, her dilden konuşan bir ejderhanın “Bu kervan nerdeye gidiyor”, diye sorması ile olgunlaşmaya ihtiyaç duyan bu kâinatın her şeyi kendine çeken Hakk’ın cemalinin nuruna doğru gitmekte olduğunu öğrenir. Altıncı gün, tek göze, tek kola ve tek bacağa razı olmayarak iki göz, kol ve bacak için Cabilsa şehrine -Cennet-i İrfan- yol alır ve ikiliğin birlik için olduğunu öğrenir. Yedinci gün ise, roman kahramanı Çinli bir keşiş olarak Buddha Gotama’nın (Budizm) Hiçlik dağındaki mağarasında verdiği imtihan ile, yokluk ile varlığın tek şey olduğunu anlar. Ahmet Hilmi’ye göre hakiki saadet, Allaha ulaşmak, kâinat ile Yaratıcı arasındaki bağı anlayarak bu ilişkiyi insanlara aktarmaktır. Yaratıcıyı ve kâinatı anlamak içinse, vahdet-i vücûd fikrinin bilinmesi gerekir. Vahdet-i vücut felsefesine göre, Allah (c.c.) Mutlak Yaratıcı’dan başkası yoktur. Âlemde var olan her şey onun çeşitli biçimlerdeki tezahürüdür. “Vahdet-i vücûd terimini meydana getiren kelimelerden vahdet (birlik), bazı metinlerde ahadiyyet yahut vahdâniyyetle birlikte zikredilerek “ahadiyyetü’l-vücûd” (vahdâniyyetü’l-vücûd) şeklinde yer alır. Bulmak, bilmek anlamındaki vcd (وجد( kökünden gelen “vücûd” terim olarak “varlık” anlamında kullanılır. Vücûd aynı kökten vecd ve tevâcüd ile bağlantılıdır.”1 İslam’da bu görüşü dinî yönden benimseyip açıklayan kişilerin başında Hallac-ı Mansur, Nesimi, Zünnun-i Misri, Şebusteri, Şeyh Attar, Muhiddin-i Arabî gelmektedir. Âmâk-ı Hayâl’de Vahdet-i Vücud konusu ise, tam bu noktada başlar. Filibeli, kâinat ile Yaratıcı arasındaki bağı İslâmî-tasavvufî kavramlarla -daha çok şiirlerde geçer- ve alegorik bir anlatımla okuyucuya sunar. Eserin başında, henüz şüphe ejderhasının elinden kurtulamayan Ahmed Râci, arkadaşları ile birlikte gittiği mesire yerinde pejmürde kılıklı kişilerin konuşmalarına kulak misafiri olmuştur. Elli yaşındaki meczubun daha genç olanına, “Bu âlemde olan her şey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı . Ben ‘hep’im ya da ‘hiç’im. Ben ‘hiç’im yada ‘hep’im. Zaten ‘hiç’ ve ‘hep’ aynıdır, tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar.” diye söyler. Hayret içinde kalan Râci, “Çok tuhaf! ‘var ile ‘yok’ eşit olur mu?” diyerek itiraz eder. Meczup başını çevirerek kahkahayı patlatır: “Vay! Sen ‘var’sın ha! Acaba ‘var’ mısın?” diyerek, Râci’ye yokluk ile varlığın aynı şeyler olduğunu öğretmeye çalışır. Yine Raci, bu kafa karışıklığı ile oradan oraya dolaşırken şehirdeki mezarlık dikkatini çeker. Mezarlık görevlisi olan Aynalı Baba, Râci’nin ahvalini anlarcasına ona samimi ve misafirperver tavırla kahve ikram eder. İçtiği kahveyle ve Aynalı Baba’nın üflediği ney eşliğinde kendinden geçen Râci, hayatını tamamen değiştirecek rüyalar, hayaller ve birbirinden ilginç olaylar silsilesine doğru yol alır. Dokuz gün sürecek olan bu sanrı hali ile hayalinin derinliklerinde gezintiye başlar. Anka kuşuyla binlerce âlem üzerinde bir yıl süren bir yolculuktan sonra Ahmed Râci, bu sonsuz âlemlerin Allah’ın yüceliği karşısında bir hiç olduğunu idrak eder. Bütün bu varlıkların ve eşyanın Yüce Sırra, Aşk Nuruna doğru yol aldığını, bu kâinat ve bu âlemlerin sonsuz ve başlangıçsız olduğunu anlar. Bu yolculukta Yüce Allah’ın (c.c.) ilmi karşısında, insanoğlunun sahip olduğu ilmin bir nokta bile olmadığını kavrayacaktır. “İşte eşyanın hakikatine nispetle, insanların ilmi Tantan’ın keşfine benzer. Bu, kıyamete kadar da böyle olacaktır. Çünkü insanların gözü, hakikati görme noktasında arpacık soğanına benzer.” denilerek aslolan hakikat ile insanlığın hakikati arasındaki uçurum bize sezdirilir. Ahmet Hilmi, ruhun hakikatini yine sembolik bir şekilde gözlerimizin önüne serer. Râci’nin, rüyasında keşiş olarak Buddha’nın mağarasında verdiği imtihan, onun yokluk ile varlığın tek şey olduğunu öğrenmesini, bunu ise ilimde derece sahibi olanlardan başkasının idrak edemeyeceğinin gerçeğini anlamasını sağlar. Yine rüyasında peygamberlerin toplandığı mecliste, ‘Beşeriyet’in yaşlı, acınası bir adam kılığında gelip hakiki saadetin ne olduğunu onlara sorması, meclistekilerin her birinin kendi düşüncesine göre cevaplar vermesi fakat hakiki saadetin ancak Peygamberimizin eliyle kâinata dağıtıldığı hakikatini anlaması, bu mânevî seyahatlerden sonra artık her şey yeni mânalar kazanır. Sonunda Râci yokluk ile varlığın aynı şeyler olduğunu öğrenir. Bu kâinat çölünde -ki o çöl, bir Nur deryası gibidir- yol alan, yolunu arayan, Rabbini arayan, O’nu dağa taşa soran bir aciz kervanız, muhtaç ve yitik düşmüş bir kervan. Bu kervan hiçlikten Varlığa, zulmetten Nura doğru yol alır. Herhangi bir zamanda, her bir zamanda, zamandan yoksun bir anda yola çıkar bu kervan. Hakikati yalnız Hakk’ın hakikati, ruhun, eşyanın, evrenin, varın hakikatine giden bu yol binlerce alemi kapsar. Bu âlemlerde zaman, dünya âleminden çok farklıdır, hakikat ise aynıdır. Hakiki ilim ise, Hakk’ı birlemekten ibaret değil midir? Âmâk-ı Hayâl’in özünü, hakikatini hakkıyla idrak etmek dileğiyle.

Selam ve dua ile.


Kaynak:

https://islamansiklopedisi.org.tr/

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Şair
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version