Anılarda Kaybolmak

İris Bayraktar 417 Görüntüleme Yorum ekle
3 Dak. Okuma

Birce, zamanın içindeki bir nokta olduğunu fark ettiğinde, bir yandan varlığının sonsuzluğa yayıldığını, diğer yandan da anların içinde kaybolduğunu hissetti. Zaman, ona göre hem bir ölçüt hem de bir yanılsamaydı. Geçmişin anıları, zihninin derinliklerinde yankılanırken, geleceğin belirsizliği ona tuhaf bir huzur veriyordu. Fakat bu huzur, aynı zamanda rahatsız edici bir dinginliğin içindeydi.

İleriye doğru attığı her adımda, bir paradoksun içine düşüyordu. Gelecek dediği şey, aslında hiç var olmayan bir andan ibaretti; ne zaman ona ulaşmak istese, ellerinin arasından kayıp giden bir rüya gibi buharlaşıyordu. Geçmişse, sabit ve değişmez sanılırken, her hatırladığında yeniden şekil alıyordu. Belleğinin oyunlarına kapıldığını biliyordu, ama bu oyunlar içinde kaybolmak, ona varoluşunun derin anlamını bulmak gibi geliyordu.

Bazen hayatın bir çizgi değil de bir daire olduğunu düşünürdü. Başlangıç ve son, aynı noktada birleşiyor; fakat her döngüde bir öncekinin yankısı, hafifçe titreşerek farklı bir melodi oluşturuyordu. Bu döngüde bir anlam aramak, sanki aynı şarkıyı defalarca dinleyip her seferinde yeni bir notanın farkına varmak gibiydi. Fakat bu yeni notalar, bir yandan onu heyecanlandırıyor, diğer yandan da hiç değişmeyen bir yapının içine hapsedildiğini hissettiriyordu.

Varoluşunu anlamaya çalışırken, kendini bir yansımanın içinde buldu. Aynadaki görüntüsüne baktığında, orada duran kişinin kendisi olup olmadığından emin olamıyordu. Her şey aynıydı; gözler, saçlar, yüz hatları… Ama bir şey farklıydı. Derinlerde bir yerde, tanımlanamayan bir fark vardı. Bu fark, onu kendi gerçekliğinden uzaklaştırıyor, ama aynı zamanda bu uzaklaşma ona gerçekliği daha net gösteriyordu.

Düşünceleri arasında kaybolurken, gerçeklikten kopmanın ne kadar özgürleştirici ama bir o kadar da sınırlayıcı olduğunu keşfetti. Düşünceler ona özgürlük vaat ediyor; ancak her yeni düşünce, kendi içinde yeni bir hapishane inşa ediyordu. Bu paradoks, onu sürekli ileriye doğru çekiyor, ama aynı zamanda bir noktada sabit tutuyordu. Hareket ve durağanlık, aynı madalyonun iki yüzü gibi, onun varoluşunun ayrılmaz parçalarıydı.

Ve sonunda Birce, zamanın ve düşüncenin tuzaklarını aşmaya çalışırken belki de en büyük gerçeği kavradı: Hayat, ona göre hem bir yanılsama hem de mutlak bir gerçeklikti. Bu iki zıtlık, onun varoluşunda birleşiyor; ama asla tamamen birbirine karışmıyordu. Aynı anda hem her yerde, hem de hiçbir yerdeydi; hem tüm anlamı hem de hiçliği içinde barındırıyordu. Birce, kendi varoluşunun bu paradoksunda kaybolmuştu, ama belki de gerçek anlamını bulmak için kaybolması gerekiyordu.

Bu İçeriği Paylaş
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version