Dünyamıza, bizden birisi olmak üzere gönderilen insan canlısının doğumuyla hikâye başlıyor. O andan itibaren bu minik ve savunmasız bebeğin her türlü bakım ve gelişiminden sorumlu hale geliyoruz. Nihayetinde, ilk gelişim aşamalarını tamamlamasının ardından artık bir yetişkin olma yolunda ilerlediğini de aynı sorumluluk bilinciyle kabul etmemiz gerekiyor.
Ben inanıyorum ki hiçbir anne baba kasıtlı olarak evladının kötülüğünü istemez. Hep pozitif yönde beklentilere gireriz. Daha iyi bir hayatı olsun, yüksek statülü bir işi olsun, refah içinde mutlu yaşasın isteriz. Belki de kendi hikâyelerimizdeki yaraları onlarda görmek istemediğimizden, hayat yokuşlarında yıpranmadan zirveye ulaştıklarını görmeyi hayal ederiz. Böyle bakınca bunda hiçbir sorun görünmüyor, hatta gayet masumane ebeveyn beklentileri gibi geliyor kulağa. Oysa Abraham Maslow bu konuda bambaşka bir pencere açarak işin aslı üzerine düşündürtüyor. Diyor ki: “Anne ve babalar çocuklarıyla ilgili planlar yaparak ve umutlar taşıyarak onlara görünmez deli gömlekleri giydirirler.” İşte buradan bakınca, aslında olmasını istediğimiz şeylerin onlarda karşılık bulamayacağı ihtimalinin gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Onların hayatlarına dair beklentilerimizin olması, onlar için yaptıklarımızın iyi dileklerden öteye geçerek zarar verici hale gelmesiyle sonuçlanabiliyor.
“Niyetinde saflığa ulaşmış her anne baba, bir insanın anavatanının çocukluğu olduğunu bilir.” diyor Doğan Cüceloğlu. Ama sanki bu çağın çocukları, çocuk olmaktan bile isteye koparılmak için zorlanıyorlar gibi geliyor bana. Daima bir yarışın içindeler. O kurs senin, bu kurs benim, oradan oraya savrulup dururlarken geçip gidiyor güzelim yılları. Anne ve babasıyla yürüyüşlere çıkan, doğada gördükleri karşısında hayrete kapılıp birbiri ardına sorular sıralayan (sorsa dahi ilgiyle cevap alan), öğrenmenin büyülü dünyasında kendince maceraperest bir hayale kapılan kaç çocuk vardır ki? Okuldan kalan vakitlerini ebeveynleriyle evde, sokakta beraber eğlenerek geçirmek yerine ya yaşamın gerçekliğinden azade bir ekranın başında ya da bitmek bilmeyen zaman törpüsü sözde aktivitelerin peşinde öldürüyorlar. Çünkü aslında aile fertlerinden hiç kimsenin bir aradalık için vakti yok. Herkes, önceden belirlenmiş planlar dâhilinde gün doğumuyla güdülenmiş gibi harekete geçiyor. Devamında, havanın kararmasıyla yalnızca fiziken buluşma mekânları haline gelen evlere dönülüyor. Beraber geçirilen “sözde” aile saatinin ardından bilinçler göz kapaklarına emanet edilerek gün sonlandırılıyor. En trajik tarafı da böyle ortamlarda yetiştirilen çocuklardan hayat başarısı bekleniyor. Oysa bu çocuklar paylaşımı bilmiyorlar, istediğini elde edebilmek için bir eşikte sabretmenin ne olduğunu bilmiyorlar, aile yaşantısı nedir, birlikte neler yapılır bilmiyorlar. Bilmiyorlar çünkü öğretilmiyor, gösterilmiyor, dahası yaşanmıyor artık bu duygular…
Yine Doğan Cüceloğlu’nun muhteşem yorumuyla söylemek gerekirse: “Sadece kişiliğin değil, yurttaşlığın da temelleri aile ortamında atılır. Okullar, eğitimler aileden gelen kökleri besler.” diyor. Yani sağlam bir temel üzerine inşa edilmemiş yapı, sarsıntıya karşı direnç göstermekten mahrum olacaktır. Bizler sağlıklı, güçlü ve özgüveni yüksek çocuklar yetiştirmek istiyorsak onlara; zorluklarla kendi başına mücadele etme, hata yapma, başarısızlığı, daha önemlisi kendi çabasıyla elde ettiği başarıyı tatma fırsatı sunmalıyız. Bizden alacakları sonsuz ve sınırsız olan tek şeyin sevgimiz olduğunu, yolculuğundaki her anın ufkunu genişletecek öğretilerle dolu olduğunu öğretmeliyiz. Bizler ise çocuklarımızın hayat tuvallerinde bizim fırçalarımızın izlerini görmenin gururunu hissetmeyi değil, onların kendi iç dünyalarındaki renklerle çizdiklerinin mutluluğunu yaşamayı öğrenmeliyiz.