Anne, Ben, Kedi

Ayten Yağmur 540 Görüntüleme 1 Yorum
15 Dak. Okuma

Bebekliğinin her anını hatırlıyorum. En çok konuşmaya başlayıp da doyumsuz sohbetlere daldığımız o zaman dilimlerini hiç unutmuyorum. Kitaplıktan aldığın mavi kapaklı, üzerinde kedi resmi olan o kitabı heyecanla koşup getirişin ve “Anne, kedi şimdi ne yapmış?” derken meraklı gözlerle bakışın bu gün gibi aklımda. Kucağıma alıp, mavi kapaklı kitabın üzerindeki siyah kediye gözlerimizi dikip, “Kedi bugün kahvaltıda yumurtasını yememiş. Zeytinleri de tabağının altına saklamış ama anne kedi bunu zaten biliyormuş. Kedinin hatasını anlayacağından anne kedinin şüphesi yokmuş. Sence şimdi bu küçük kedi ne yapmalı?” Küçük baş parmağını kapaktaki kedinin kuyruğunda, yeşil yuvarlak gözlerinde gezdirirken dudakların kıpır kıpır bir şeyler söylerdi de anlayamazdım. İç dünyanda bir hesaplaşma içinde olduğunu bilirdim. Çünkü o küçük kedi aslında sendin ve bunun farkındaydın.

***

Odamın her köşesinde yığılmış kitaplar var. Bir köşede tıp kitapları, diğer köşede kitaplıkta durması gereken okuma kitaplarım. Bu iki köşe arasında gidip geliyorum. Bazen kitaplara gömülmüş, okurken saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Kahvaltı, öğlen yemeği ve hatta akşam yemeği yemediğimi midemden gelen seslerden fark ediyorum çoğu zaman. Banyo yapmak, tuvalete gitmek bile zaman kaybı. Eskiden okul çıkışlarında arkadaşlarla toplanıp otururduk kafede, çay bahçesinde. Turlardık sahili, iyi gelirdi deniz havası, martı sesi. Sonra zaman kaybediyorum dedim kendi kendime. Bu iç seslerim büyüdü, büyüdü ve kulakları tırmalayan bir gürültüye dönüştü. Geri çektim kendimi, davetlere gitmedim. Dersten çıkar çıkmaz kimseye bakmadan koşar adım durağa gelip zaman kaybetmeden eve gitmeye çalıştım. Arkadaşlarım önce “Ne oluyor?” dediler, bahaneler ürettim. “Problem mi var, hayırdır?” dediler, cevap vermeden uzaklaşıp gittim. Sorular bitti, dağıldı çevremdeki herkes zamanla. Bakışları kaldı üzerimde, ne zaman kafamı çevirsem göz göze geliyoruz. Diğerlerine de ne anlattılar bilmem ama hepsinin göz hapsindeyim. Eve gelip odamın kapısını kapamadan güvende hissetmiyorum kendimi. İçimdeki ses “Dikkat et” diyor. Peki ama neye?

Kitaplarımın arasına bir yün yumağı gibi kıvrılmış kedimi gördüm o gün. “Neredeydin, çok uzun zaman oldu seni görmeyeli?” Simsiyah tüylerinde ellerimi gezdirirken “Kedi sonra ne yapmış?” dedim. Anladın, patilerini göğsüme koyup cam gibi yeşil gözlerini gözlerimin içine diktin.

***

Evimiz hemen caminin yanındaydı. Neredeyse her gün, musalla taşının üzerindeki cenazeyi ve hemen önünde son görevini yapan dostlarının namaz kılışlarını, ağıt yakışlarını izlerdin. Bir gün evde seni göremeyince paniğe kapıldım. “Kenan, oğlum neredesin?” Sağa sola koştum. Kırmızı tişörtünden tanıdım seni. Cemaatin en arkasında saf tutmuş, cenaze namazı kılıyordun. Köşedeki ağacın altında namazın bitmesini bekledim. Cemaat dağılmadan da elinden tuttuğum gibi eve getirdim. Akşam olup biteni babana anlatınca “Çocuktur, merak etmiş. Hem namaz kılmış çocuk, fena mı?” dedi. Sonra her cenaze namazına katılır oldun. Biz de alıştık, bir şey demedik sana, içten içe de seviniyordum aslında inançlı bir oğlum var diye. Yaşının yedi olduğunu ise dikkate almıyordum. Okula başlayınca hiç üzmedin beni. Sessiz sakin bir çocuk olmuştun zamanla. Bir gün öğretmenin beni çağırdı görüşmek için; “Çocuğunuz çok sessiz, neredeyse hiç konuşmuyor. Bu durum beni endişelendirdi. Bu yaşta çocuğun cıvıl cıvıl olması gerekmez mi?” Kızmıştım öğretmene. Uslu çocuk, daha ne istiyor ki dedim içimden. “Hocam, benim oğlum büyümüş de küçülmüştür sanki. Öylesi bir olgunluk var üzerinde. Evde de böyle. Beni hiç üzmez. Odasında kendi kendine öyle güzel vakit geçirir ki görmeniz lazım.” Aslında biraz da bozulmuştum öğretmene. Ne demek istiyordu yani, uslu durmanın nesi kötüydü?

***

Masama oturmuş ders çalışırken kedinin pencerenin kenarından dışarıyı izlediğini fark ettim. “Nereye bakıyorsun?” Çalışma masamdaki ışığı kapattım ve pencerenin köşesinden baktım kedinin yanında. İstanbul’un işlek caddesi olduğundan insanlar geçiyordu penceremin altından. İki adam el kol hareketleriyle hararetli bir şeyler anlatırken birden ikisi de konuşmayı kesip kafasını pencereye doğru çevirdi. Korkudan kendimi duvara doğru attım. Kedi bir bana bir dışarıya bakınca pencerenin alt köşesinden bakmak istedim oradalar mı diye. Gitmişlerdi. Başka insanlar geçti penceremin altından sonra. Hepsi de bakışlarını dikmişti üzerime. Kedi pencereden ayrıldı, ben de yanına kıvrıldım. Korna çaldılar uzun uzun. Pencereme fener tuttular. Fenerin ışığı odamın duvarlarına yansıdı ruh gibi. “Ben ne yaptım, çalmayın; müzik dinlemeyi sevmem. Karanlık iyidir, ışık istemem. Beni almayın.” Sabaha kadar uyumadım. Okula da gitmedim. Kedi odanın kapısının önünde durdu gün aydınlanıncaya kadar. Kapıyı açtım, mutfağa gittim. Evim karanlık bir labirent gibiydi. Tuhaf bir koku vardı; yanık kokusu, çürük meyve kokusu ya da ceset kokusu gibi. Giriş de durup dört bir yanda göz gezdirdim. Koku daha da ağırlaşıyordu, burnumun ucundaydı, görünmüyordu.

***

Odan senin karargahındı. Gününün büyük çoğunluğunu – ya da evde geçirdiğin tüm zamanları mıydı – odanda geçirirdin. Sen içerdeysen ben dahil kimse girsin istemezdin. Bazen evde bir çocuğun varlığını unuturdum; susamasan, acıkmasan, banyo-tuvalet ihtiyacın olmasa… Aslında ben arkadaki odayı sana düşünmüştüm ama neden bilmiyorum, sen illaki bu oda olsun diye tutturdun. Derslerin için diğer oda daha iyiydi aslında; sakin sessiz. Bu odanın penceresi camiyi görüyordu, hemen önünde de otobüs durağı vardı. Gürültüsü eksik olmazdı ama kıramadım seni. Düzenli bir çocuktun hep. Her şey yerli yerinde olsun isterdin. Ufacık bir yamukluğa takardın kafayı, düzeltmeden de rahat etmezdin. Dolabının içi kalıp gibi diziliydi. Ben bile öylesini yapamazdım. Kitapların simetrik bir şekilde diziliydi raflarda. Arkadaşlarımın çocuklarının odalarını görünce hem gurur duyar hem de ne çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Onlara da anlatırdım seni, gıptayla dinlerlerdi. Çok saygılı bir çocuktun. Sözümün üstüne söz söylediğini hatırlamam. Ergenlik döneminde çocuklar asileşir derler, o zaman bile üzmedin bizi. Ne istesek harfiyen yapmaya çalışırdın. Bazen olmadık şeylere öyle gülerdin ki gözlerinden yaşlar gelirdi, neye güldüğünü bilmesem de haline gülerdim ben de. Bu kahkahaları duymadığından öğretmenlerin, çok tepkisiz olduğunu düşünürlerdi. Sen içinde yaşamayı severdin her şeyi, bunun ne sakıncası olabilirdi?

***

Kokular odamın içine girmiyordu. Belki de dışarıdan özellikle verilen bu kokular dışarıdaki insanların bir tuzağıydı. Odama kapattım kendimi penceremin karşısındaki duvara sırtımı dayadım. Kedi tam karşımda bana bakıyordu, odadaki tek renkli şey onun gözleriydi. Diğer her şey renksizdi, dumandı, griydi. Zaman geçmek bilmiyordu. Duvardaki saatin tik takları duvarlara çarpa çarpa kafama vuruyordu sonunda. Balyoz gibi iniyordu beynime. Sesleri duymamak için kitap okudum en hızlı şekilde, sıkılınca bağıra bağıra şarkılar söyledim. Hepsi çocuk şarkısı… Akşam olup odama karanlık çökünce sesler de kesildi, kalp atışlarımı duyacak kadar sessizdi oda. Kedi kafasını hafif sağa eğip bana baktı, sonra pencerenin kenarındaki yerini aldı.

“Kedi şimdi ne yaptı?”

Ben de ayaklarımı sürüyerek pencerenin diğer kenarına çöktüm. Korna sesleri geldi, arabalar farlarını yaktı pencereme doğru. Pencerenin diğer tarafında olduğumu haber almış olmalılardı. Kalp atışlarımı duyuyordum. Pencerenin köşesinden bakınca karşıdaki elektrik direğinin altında siyah montlu, iki metre boyunda bir adamın pencereme baktığını gördüm. Hemen geri attım kendimi. Saatin tik takları hızlandı. Kalbimin sesi artık dışarıdan duyulacak kadar yüksekti. Ve bu sesler beni daha da tahrik ediyordu. Korksam da tekrar bakmak istedim. Gitmemişti. Yoldan geçen diğerleri de gözlerini dikmiş pencereme bakıyordu. Üzerime dikilmiş her göz tuğla duvarları aşıp, kapalı pencereden geçip odamın duvarlarına yapışmıştı. Hepsi birden bir şey söylüyordu kendi dillerinde.

“Ne istiyorsunuz benden?”

Kedi pencerenin kenarından bir bana bir dışarıya baktı. Bir şeyler oluyordu dışarıda. Penceremin kenarından baktım. Elektrik direğinin altında üç adam vardı ve hepsi gözlerini ayırmadan bakıyordu, elleri ceplerinde.

“Gitmeleri gerekiyordu.” dedim sayısız kez, bir şarkı gibi. Odamın içinde volta atarken midemden gelen seslerden hiçbir şey yemediğimi hatırladım. Bu böyle devam edemezdi, bir şeyler yapmam gerekiyordu. Polisi aramaya karar verdim. Gecenin üçüydü. Telefonu açan polis memuruna, evimin önünde üç adamın durup pencereme baktığını söyledim.

“Hala oradalar mı?” Memur bu soruyu sorunca penceremin köşesinden tekrar baktım gizlice. Kimse yoktu. Sokak olabildiğince sessizdi.

“Gitmişler.” dedim telefonun diğer ucundaki memura. “Gelirlerse tekrar, hemen arayın.”

Tamam bile demedim. “Az önce oradaydılar. Polisi aradığımı anlamış olmalılar.”

“Ama nasıl.” Duvarımdaki asılı gözleri unutmuştum. Onlar benim her adımımı takip ediyordu. Köşeye sıkışmıştım, çaresizdim.

***

Sırf biz istiyoruz diye tıp kazandın. İlk yıl yurtta kalman iyi olur diye düşündük, tamam dedin. Bir süre sonra kalabalıktan şikayet edip ders çalışamadığını söyleyince bir ev tuttuk sana. Ne de olsa tıp bu, kolay değil okumak. Kadavrayı ilk gördüğünde midenin bulandığını ve saatlerce kustuğunu anlattın. En çok bu zorlamıştı seni. Her gün mutlaka arardın. Son günlerde ise aramaların seyrekleşti. Üzülmedim desem yalan olur. Baban “Sıkma oğlanı, küçük değil artık. Arar, merak etme” dese de ben alışamadım buna. Aramanı beklemekten vazgeçtim, ben aradım seni. Açmadın. Baban “Derstedir, müsait değildir. Kim bilir belki de bir gelin adayın vardır, senin pabucun çöpe atılmıştır.” Olabilirdi tabii. Yirmi üç yaşında çocuk, işi de olur, sevgilisi de. Akşam tekrar aradım, yine açmadın. Artık duramazdım yerimde. “Polisi arayalım” dedim. “Şimdi çocuğun evine polis yığmayalım. Kendisi de korkar, komşular neler düşünür. Hazırlan, biz gidelim. Birkaç saate orada oluruz.” Üstümü nasıl giydim, başımı nasıl bağladım hatırlamıyorum. Yola çıktık hemen. Bu arada seni aramaya da devam ettim. Bir süre sonra telefonun ulaşılmaz oldu. Yollar kadar karanlıktı ruhum; korku, endişe bedenimi esir almıştı. Ellerim, bacaklarım kontrolden çıkmış gibi titriyordu. Dilimde ise senin iyiliğini isteyen dualar vardı.

***

Gözlerimi açmaya dermanım kalmadı. Yemek yemeli, su içmeliydim. Kedi odamın kapısının önündeydi yine, açmamı istiyordu. Sessizce açmaya çalıştım. Koku yoktu, duymadım. Hemen karşıdaki mutfağa geçtim. Dolabı açıp saklama kabındaki bir parça peyniri ağzıma attım. Tezgahın üzerindeki bardağı alıp su içtim. Oyalanmadan hemen odama döndüm.

“Kedi şimdi ne yaptı?”

Kitaplarımın yanına kıvrılıp uyudu. Ben de yanına çöktüm, sırtımı duvara dayayıp gözlerimi kapadım. Telefonum çaldı, arayan annemdi. Açmadım. Ailemi riske atamazdım. Onunla konuşursam yerlerini tespit edip zarar verebilirlerdi. Sonra yine aradı. Mavi kapaklı kitabımı aldım, ellerimi üzerinde gezdirdim. Kitap okudum, şarkı söyledim. Kedi yanımda uyuyordu, yumuşacık siyah tüylerini okşadım. Hava karardığında kedi kalktı ve pencerenin önündeki yerini aldı. Yine başlıyordu, bir kısır döngü gibiydi. Ne istiyorlar, bir bilsem. Ben de pencerenin önündeki yerimi aldım. Bir elimde de telefonum vardı. Gelirlerse hemen polisi arayacaktım. Sırtımı duvara dayadım. Kedi yeşil gözlerini dikip pencereye çevirdi yönünü tekrar. Geldiklerini anladım. Duvardaki gözlerde uyanmıştı, gördüm. Kenardan dışarıya bakınca elektrik direğinin altında sayamadığım kadar çok adam pencereye bakıyordu. En önde olanla göz göze geldim. Tanıyordum onu. Kaşlarını, yüz hatlarını, burnundaki kavisi; nerede gördüm ben.

“Nerede gördüm, nerede gördüm?”

Hatırladım sonra. Bu adam ben yedi yaşındayken cenaze namazı kıldığım mevtalardan biriydi. Ailesi onu son defa görmek için bakarlarken ben de aralarına girmiş bakmıştım. Oydu, emindim. O halde diğerleri de ondan sonrakilerdi. Odada bir ses yankılandı. Duvardaki gözler büyüdü. Hep bir ağızdan,

“Seni almaya geliyorlar.”

“Hayır, Hayır, Hayır…”

Saate baktım. Gecenin dört buçuğunu gösteriyordu. Polisi aramaya çalışırken telefonun şarjının bittiğini de o an fark ettim. Yerde sürünerek, duvardaki gözlerin dikkatini de çekmeden şarj aletime uzanıp telefona taktım. Sessizce pencerenin köşesine geçtim. Şarjın kablosu pencereye kadar ulaşmayınca odanın orta yerine bıraktım telefonu. Kedi bir bana baktı bir de dışarıya. Bir şeyler oluyordu. Pencerenin köşesinden bakınca kimsenin olmadığını gördüm. Ama bir gariplik vardı. Onlar gidince duvardaki gözler kapanıyordu. Oysa şimdi öfke ile bakıyor her biri.

“Ne istiyorsunuz?”

Kapı çaldı o sırada. Önce zile bastılar sonra da kıracak gibi vurdular. Demek hepsi şimdi kapımdaydı. Beni almaya gelmişlerdi. Kaçış yoktu. Dört bir yanımı sarmışlar, zihnimi bile esir almışlardı.

“Kedi, şimdi ne yaptı?”

Masayı odamın kapısının önüne dayadım. Bu onları biraz engellerdi. Kapı çalmaya devam ediyordu. Sesin şiddeti arttıkça odama yanık kokusu, çürük meyve kokusu ya da ceset kokusu dolmuştu. Kendimi kokladım; ellerim, kıyafetlerim de ceset kokuyordu.

“Beni öldürecekler.”

Kedi pencerenin altına kıvrıldı, ben de yanına çöktüm. Dış kapı kırıldı bu arada, içeri girdiler. Artık çok yakınlar. Odanın kapısının hemen ardındalar. Beni çağırıyorlar. Benimse göz kapaklarım ağırlaşıyor, koku zehirledi beni. Koku zehirledi… Ko-ku ze-h…

***

Gece dört buçukta evinin önünde olduk. Pencerene baktım, ışık yoktu. Baban önde, ben arkasında koştuk adeta merdivenleri. Zile bastık önce. Baban “Uyuyorsa korkutmayalım” dedi. Ben sabrımı yitirmiştim, bir daha bastım zile, bir daha. Kulağımı kapıya dayadım, içerideydin sesin az da olsa geliyordu. “Kır kapıyı” dedim. Çelik kapı olmadığına o gün ne çok sevindim. Karşı dairedeki komşu da kapıyı açtı.

“Ne oluyor ya, gecenin bu vakti?”

Baban kapıya dayanırken adama durumu anlatmaya çalıştım.

“Bir süredir görmüyorum ben de.” Adam da yardım etti, kapı kırıldı sonunda. İçeride ağır bir koku vardı.

“Kenan, oğlum. Orada mısın?”

Diğer komşular da geldi. Baban bir omuz darbesiyle kapıyı açtı. Arkasına masa koymuştun. İttik. Göz gözü görmüyordu. Işığı yaktım. Gördüğüm manzara karşısında şok yaşadım. Kitapların odanın dört bir yanına saçılmış, duvarlarında mavi pastel boya ile çizilmiş sayısız irili ufaklı gözler vardı. Sen köşeye saklanmıştın. Yanına çöktüm, başını kucağıma alıp saçlarını düzelttim. O sırada hafifçe aralandı gözlerin,

“Anne, kedi şimdi ne yaptı?” dedin.

“Kedi artık güvende.” dedim ağlayarak.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Öğretmen / Yazar
1 Yorum
  • Hikaye oldukça etkileyici ve heyecan verici, kurgu çok güzel.
    Ancak kediye noldu anlamadım;))

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version