Bir kez olsun görmenin ölmeye değer olacağına inanacak kadar sevmiştim ben onu. Bütün sevmelerimi, sevilmelerimi unutup da sevmiştim. Öyle tuhaf/acayip sevmiştim. Hiçbir harfi, onsuz bir cümleye kurban etmeyecek kadar sevmiştim. Bir insan ne kadar sevebilirse, işte o kadar sevmiştim. Anlatılamayacak, yazılamayacak kadar sevmiştim. Garip yansımaları oluyordu bu sevmenin. Mesela bütün çocukluğumu onunla geçirmiştim. Bezm-i Elest’ten/Kâlû Belâ’dan beri tanıştım onunla. Bir ruh ikiye bölünmüş, sonra biz oluvermiştik. Birimizin adını Bünyamin, diğerimizin adını çok güzel bir şey koymuşlardı. Aynı köyde yaşamış, bol çekirdekli, bir o kadar da tatlı yerli karpuz yerken ve/tabii muhakkak elle ve göbeğinden başlamalı olarak; çenemizden süzülen karpuz sularına aynı sinekler konmuştu. Sinekçikler (onun sevme biçiminden bir ifade yansıması) bizi sevdiğinden konmuyordu belki çenemize ama ben o sinekleri bile sevmiştim. Seviyor olmama rağmen acayip huylandırıcı oluyorlardı keratalar. Sonraları sinekleri değil ama onu çok özleyecektim ben. Neyse…
Çok kereden bir keresinde el ele tutuşup merada mantar toplamıştık Biga çingenesi yapımı sepetimize. Allah’ın her günü olduğu gibi, o gün de çok gülmüş çok eğlenmiştik. O severdi gündöndü (günebakan / ay çekirdeği) kafasından çiğ çekirdek yemeyi. O seviyor diye ben de sevdiğime inanırdım kendimce, çocukça, aşkça, aslında birçok güzel şeyce… Ama zaten çokçası aşkça severdim ben onu. Belki onun çiğ çekirdek seviyor olmasını daha çok seviyordum ne bileyim. Maşıngada tepside kavrulmuşunu da seviyorduk ve bu, hiç de gizli bir sevgi değildi.
Bir gün de yağmura yakalanmıştık, ıslanmıştık çarşamba pazarı markalı iç donumuza kadar. Biz o gün ne güzel ıslanmış, aşkımız gibi sırılsıklam olmuştuk. Şımarıyor, seviyor, sevişiyor, dövüşüyor akşam ezanına kadar her an’ı beraber yaşıyor sonra niyeyse birbirimize aşk mektupları yazıyorduk.
Yaramazlıklar bizimdi, kuşlar ikimizin, köyün kedileri aşkımızın… Köydeki her kediye isim koyuyorduk ama en güzel isimleri hep o buluyordu. Kâh espirili, kâh nahif isimler yeni kimliği oluveriyordu kediciklerin. Kuşlara da isim koyuyorduk ama hangi kuşa ne isim verdiğimiz bende biraz karışıyordu. “Tanımadın mı, bu bizim Remzi” falan diyordu, inanıyordum. Hayret ediyordum çok şeyine hayret ettiğim gibi onun bu ayırt etme yeteneğine. (Çok sonraları beni tanımayacağını belki de tanımazdan geleceğini bilmiyordum henüz.) Mezarlarımız yan yana olacaktı, o kadar ayrılmayacaktık yani biz. Yani ne bileyim işte, Esrarlı Gözler’i Müslüm Baba’dan tek başıma ve ağlayarak dinlemeyecektim ben. “Tövbekar Oldum” demeyecektim sevmeye, Ferdi Tayfur’un sesine sesimle eşlik ederken. Yabancı gelmeyecekti bana en yakınımdakiler, zaten hep o olacaktı yanımda ve hayat aslında böyle saçma bir şey olmayacaktı yani. (“Yani”yi çok kullanıyordu diye cümlenin sonuna ekledim. Bir an, cümle için çok gerekli oluverdi onu gözümün önünde konuşuyorken gördüğüm için.)
Yine bir keresinde köyümüze çok kar yağdı. Sanırım ocak ayıydı. Lamba direklerinde kocaman pamuk taneleri dans ediyordu biz de onlara eşlik ediyorduk uslu yaramazlıklarımızla. Ama başımda patlayan o kartopu hâlâ kalbimde sızlar. Bir de yaptığımız kocaman kardan adama isim verdiği o an. “Bu, Bünyamin olsun” deyivermişti kaşlarının altından aşkla bakarak. O şekilli kar yığını Bünyamin oluvermiş, günü geldiğinde de eriyivermişti (yani) işte.
Ben bu yazıyı hiç uzatmayacağım çünkü güzel şeyler çabuk biter! Ama sevdanın kaderi sonsuza dek sürmektir.
Harika bir akış olmuş sadece ve naifce maziye dokunuşları sevgi diliyle yazıya yansıtmışsınız muhşemem yüreğinize sağlık
Teşekkür ederim.