Aşka düşen cümlelerim de oldu bir zaman, fakat…!
Büyük bir aşktan geriye; söylenmiş, söylenmemiş, söylenememiş cümleler kaldı sadece ve biraz da hatıralar… Yaşanmış birkaç güzellik… Ucunda, kıyısında küçük yaşanmışlıklar ama güzel cümleler… Biraz şiir, biraz da mensur esintiler…
Kuş cıvıltılarına yüklenen anlamlar, takvim yaprakarında anlamını tüketmiş rakamlar… Ama nasıl da derdime derman… “Yaram yârimdir, yârim yaram; -ille de- yaramı sarmaya yâr kendi gelsin.” (Sarsa geçer mi gönül kırgınlığı? Onunla bütün hayata, bütün insanlığa küsen yanım iyileşir mi?)
Duygu denilen şey kıymetliydi, kirletmemeliydi. Yoksa inanmak zorunda kalırdık, dünyanın gerçekten yalan olduğuna. Uzaktan sevgili olmak gibi uzaktan sadakat de yakışırdı sevgiye. Ey sadakat; onsuz hiçbir harfi, hiçbir cümleye kurban ettirmeyen sadakat. Ve bir nefes dâhi sevgiliden gafil olmayan bir kalp, bir zihin, bir aşk… Yanındayken bile özlemenin, bakarken gözlerin titrediği, hele ama sarılırken… Hele sarılırken işte o aşk…
Elimde, bir kuşun yuvasına sığınmışlığı gibi elleri… O çiçek tırnakları… Neyse işte her şeyi; şiirler yazılası her şeyi… Ve şiirleri susturan, cümleleri küstüren o ayrılık…
Ama işte;
Sarılınca, öylece kalsak bir ömür boyu;
Dedirten o muhteşem duygu,
Gülüşü, sesi, bakışı, elimde eli…
Saçları ve kadife teni,
Teninde aklı baştan alan beni…
Gibi şeyler söyleten, hatıralarda kalmış güzelliği…
Bitmeyen, tükenmeyen hayaller, bir ömrün yetmeyeceği beraber yaşanacak güzellikler, onu mutlu edebilmenin mutluluğuyla geçecek ömrüm. Öyle geçecekken ömrüm, bitiverdi bir ayrılık sonrası. Oysa ki ben sana mecburdum, sandım ki sen de bana… Sen demiştin o cümleyi, aşka yelken açtığımız ilk zamanlarda. Öyle inanmışım ki ben, bir yalan olduğunu kabullenmem yıllar aldı. Nasıl da güzeldi sana inanmak, nasıl da güzeldi sana olan şüphesiz teslimiyetim. Hiç aklıma gelmezdi oysa “kimim ki ben” diyeceğim.
Ben onu çok sevdim. Hiç kimsenin hiç kimseyi sevemeyeceği kadar çok. Günün birinde, ‘hiç kimse’ olacağımı bilmeden sevdim. Alıştım ben ‘hiç kimse’ ya da ‘herhangi biri’ olmaya. Kabullenmek zordu ama kabullendim. Hiç kimsenin bana ait olamayacağını öğrendim böylece. Bir fenâ hâliydi benimki ama mutlak’ın yanında fenâ’nın yeri nedir ki?
Geriye ne mi kaldı? Kalan ben! Tanımı müphem olan o adam, bir zaman aşkına müptezel olan, sonra aşka küsen o adam. Bir çocuk kadar kandırmanın kolay olduğu adamdan, artık hiçbir şeye inanmayan bir adam olan ben.
Yine bir keresinde; yerde kar, gökte aşk, kalpte heyecan… İkimizden ibaret bir şehir. Yana düşmüş bir baş, süzülen bir yürüyüş…
Ve yine bir keresinde… Âh, neyse!