Bu ay keyifle anlatmak istedim Kapadokya anılarımı. Gitmeden önce çok heyecanlıydım. Tarihi geçmişi, peri bacaları nasıl oluşmuş, yeraltı medeniyetini, gerçekten de aşağıda 11 kat var mı, nasıl iniliyor, kaç kata kadar açıldı, Müze Kartı faydalı mı, balonla gezi saat kaçta ve muhteşem manzarayı seyredebilme ihtimalinin dayanılmaz hevesi… Uça, uça gittiğim Kapadokya’yı coşkuyla anlatmak istedim.
Ama orada yaşadığım hayal kırıklığını anlatmamaya karar verdim. Tarihine diyebilecek hiçbir şey yok, hatta eklenecek milyon tane bilgi var. Muhteşem bir rehberimiz vardı. Bildiği her şeyi anlattığına eminim. Üç gün dolu dolu yaşadık. Arada bizi sınava da tabii tuttu hatta. Tam bir öğretmendi. Yeraltı medeniyeti bence çok etkileyiciydi ama benim galiba kapalı yerde kalamama durumum varmış. Birçok turistle birlikte aşağıya inmek zordu. Yer dar ve tüneller de var. Eğilmek de gerekiyor. Ben bir süre sonra rehberimizi dinlemeyi bırakıp buradan hangi yoldan çıkarım en hızlı gibi, gibi planlar yapmaya başladığımda hemen çıktım. Kendini iyi hissetmeyen hemen çıkabilir diye bize bu desteği vermişti başta. Ama biz gayet yiğit pehlivanlar aşağıya inmeye çalışırken, bir anda aşağıda bizim gruptan iki kişi kalmış; sağ olsunlar bol bol fotoğraf çektikleri için biz de görmüş kadar olduk. Bu aşağıdaki tünellerde yaşam alanlarında, yer altında bu kadar Çinli, Japon ve Koreli göreceğimi tahmin edemezdim. Müzenin çıkışına yakın bir alanda oturma alanları var ve projeksiyondan alt katları anlatıyor, belgesel niteliğinde. Hiç inemeyen veya bizim gibi yarı yoldan dönenler için harikaydı. Bunlar güzel şeyler.
Ama esnafın hatta bütün esnafın herkesi kazıklamak için ne kadar çok çaba sarf ettiklerini anlatmaktan vazgeçtim. Adisyonlarınızı mutlaka takip edin, ekstra yazılmış görülmeyen insanların hesaplarını ödemeyin. Boğazda yemek fiyatına yemek yemeyin, demeyeceğim. Balonun karaborsasından hiç bahsetmeyeceğim. Ama ne kadar çok içimde kaldığından yıllarca bahsedebilirim. Herkes mutlaka gidip görmeli. Lakin bir süre sonra zaten onu da gezmeye gücümüz yetmeyebilir. Ama kesinlikle bunlardan bahsetmek istemiyorum. Üzgünüm ve kırgınım. Ihlara Vadisi’nde Sultan Hanım’la tanıştık. Baharat ve kurutulmuş meyve satıyor, dünya tatlısı. Balona çıkamadığımı ve buna üzüldüğümü görünce beni evine kahvaltıya davet etti. “Erken gel ama” dedi. Balonlar onun evinin üzerinden kalkıyormuş. Ama o hiç binememiş. “Verme o kadar para, gel bana” dedi. İğdeleri de harikaydı. Tek sevdiğim Kapadokyalı olabilir. Rehberimizi de çok sevdim ama o Kapadokyalı değil.
Şarkılardan bahsetmek istiyorum. Cem Adrian’dan mesela. “Gemiler” şarkısını muhteşem söylüyor. Yeni keşfim “Veda Busesi”. Zeki Müren’den sonra ben böyle bir şey duymadım. Günlük dozumu almayı seviyorum. Orhan Seyfi Orhon yazmış bu şiiri kanserden ölen kızına. Sonra yalan haber yazmışlar. Daha sonra başka bir bilgiye ulaştım. Sevdiği kıza çirkin olduğu düşüncesiyle sevdiğini söyleyemeyip daha sonra yüz estetik ameliyatı ile yüzünü değiştiren ve sevdiği kıza aşkını söyleyen adamın hikayesi. 1965 yılı sinema filmi. “Veda Busesi”, yönetmen Ülkü Erakalın. Canım sıkılınca eski Türk filmlerine sığınma isteği diyelim. Temiz, saf, dürüst.
Kasım sonu İstanbul’a gittim. “Hiç senin bıraktığın İstanbul değil” dediler. Ne diyeyim bilemedim. Gittim geldim. Boğaz aynı boğaz hiç değişmemiş. Manzara olağanüstü. Açtık camları temiz boğaz havası diye içimize çektik. Biraz hasret ve özlemle. Eski arkadaşına kavuşmuş gibi. Sonra Başakşehir’de bir otelde kaldık. Buralar ben ayrılırken yavaş yavaş oluşuyordu. Bambaşka bir şehirdeyim gibi geldi. Dağ taş gökdelen tabii. Deniz falan yok. Otelin dışı pek güzel değildi ama içi tertemiz, mis gibi. Hiç sorun yok, olmadı da. Tek Türk bizdik. Maşallah çalışanlar bir sürü dil biliyorlar: Arapça, Rusça. Biz giderken iyi yolculuklar dilediler. “Ve pasaportlarınızı aldınız değil mi, kontrol edin, bir şey unutmayın” diye tembihlediler. E onlar da haklı, müşteriler yabancı olunca. Hiç Türkiye’de böyle bir uyarı duymamıştım. Aslında yurtdışında da duymadım. Gene bizim milletin misafirperverliği. Hani anneler yolcu ederken derler ya “Bir şey unutmadın değil mi, şarjını, telefonunu aldın mı?”
Gene bir yerden bir yere giderken trafik için telefona bakılıyor, hangi yoldan gidelim diye. Biz tatil modunda olduğumuz için ve gideceğimiz yer arkadaşlarımızın evleri bize 3 kilometre olduğu için trafik sorunu yaşamadık.
Ama diyorum ki kendime Kanlıca’da yoğurdun pudra şekeri mi değişir? Nasıl özledim Kanlıca’yı, Çengelköy’ü, Kuleli’yi ve o deniz kenarındaki yolu. Kız Kulesi’nin manzarası değişebilir mi ya da Galata’nın haşmeti? Boğaz hiç değişir mi? Denizin kokusu, mavinin turkuazı… Benim sevdiğim İstanbul. Hala sana pasaportsuz gelebilmenin güzelliği.
Kasım ayının hakkını yemeyelim, bu ay sürpriz bir şekilde mezun olmuş, kocaman olmuş üç öğrencimle karşılaştım. İlki haberliydi. Onu ortaokulda İstanbul’da mezun etmiştim. Beni ziyarete İzmir’e geldi. Genç bir hanım, güzel bir anne. En güzeli de meslek sahibi canımın içi. Gurur duydum ayakları üzerinde duruşuna.
İkincisiyle bir kafede karşılaştık. Orada çalışıyor. Üniversitede okuyor ama bu sene dondurmuş maddi sıkıntılardan dolayı. Okulu başka şehirde. Devam edeceğim diye söz verdi. Başka ülkelerde kendi akranları dünyayı gezmek için, vizyon geliştirmek için, bambaşka kültür ve tarih öğrenebilmek için para biriktiriyor. Minik yüzlü kız, kocaman bir genç kızdı. Onun kadar ben de çok heyecanlandım. Ufak çocuk halleriniz hangi ara büyüyor da o gözler hep aynı kalıyor?
Üçüncüsü ile dün karşılaştım. Alışveriş yaptım, taşırken “Yardım edeyim hocam” dedi. Tak diye adını söyledim kendime şaşarak. O da bana şaştı. İyi ki B12’im iyi. Gene aynı şey oldu. Boy pos benim iki katım zaten ama değişmeyen gözler ve bakışlar… Birbirinden habersiz bu üç öğrencim bana harika bir öğretmenler günü yaşattılar hem de bir ay boyunca.
“Bakmayın aylardan KASIM,
Mevsimlerden Sonbahar olduğuna.
Sen ne zaman istersen çık gel
Benim kapım hep ARALIK sana…”
(Cemal Süreya)
Hoş geldin Aralık ve akabinde yeni yıl. Herkesin gönlüne göre, başta sağlık olmak üzere, mutluluk, huzur, bolca para ve sıcacık edebiyat diliyorum.