Hava serindi. Rüzgar Batı’dan esiyordu. Okyanusun dalgaları kıyı boyu uzanıp giden kayalara çarpılıyor, sular taşlar üzerinden derin oluklara doluyor, köpürerek aşağı süzülüyor, dar bir kum çubuğuna dökülüyordu. Uzaklarda gök gürlüyor, Gökyüzünde hafif bir şimşek ufku ikiye ayırıyordu. Sağanak yağmurun gelişi duyuluyordu.
Kayaların arasından bir sürü insan göründü. Önde kolları bağlı, gövdesi göbeğine kadar açık, sarışın saçları yüzüne dağılmış kadın ilerliyordu. Arkadan gelen iki kişi kendi aralarında sözleşmiş gibi aynı anda onun çıplak omuzlarından tutarak ileri ittiler.
– Yaramaz. Yüce Güneşin dergahında cevap vermelisin, ileri yürü.
Kalabalık kumlu sahaya ulaştı. Sakallı kahin kadına yaklaşarak ona sert bakışlarla baktı ve kalabalığa doğru çevrilerek şöyle söyledi:
– Şu cadı dün askerlerin partisindeydi. Bir gecede üç askeri baştan çıkardığı için sınır sahipsiz bırakılmış.
Vahşi kişiler de gebe kadınların çeninlerini yemek için almışlar. O yüzden kanunlarımıza istinaden bu kadın deniz hayvanlarına yem olmalıdır. Ulu Güneş bizleri ihanetten korusun!
Kadın başını azacık geriye çevirip dağların başına bakıyordu, mavi gözleri yaşla dolmuştu. Rüzgar omuzlarına ve alnına dağılmış saçlarını hafifçe oynatıyordu.Güneş ışınları bulutların arasından geçip dorukları ışıkla yıkadığında o kendinden geçmiş halde iki eliyle alnına düşen saçlarını topladı.
Çıplak omuzlarını kaldırdı, göğüslerini kabartarak ellerini gökteki parlak daireye uzattı:
– Ey Ulu Güneşim!
Kocam beni hiç bir zaman sevmedi, sen kendin onun daim alkollü olup, sarhoş bir hayat sürdüğüne, beni askerlere kaptırdığına, sonunda onların gözetimine attığına tanıksın.
Maalesef, beni sana kurban etmiyorlar, hayvanlara yem ediyorlar. Sen leke almazsın, lekeliden kurban olamaz. Beni affet, ulu Güneşim!
O anda okyanus kargaşaya geldi, suların ufukla buluştuğu mesafede, kocaman bir su hayvanı belirdi, biraz sallandı ve tekrar suya yöneldi. Bu sefer hayvan kalabalık kıyıda belirdi ve sıra sıra testere dişlerini ortaya çıkarmak için canavarımsı ağzını açtı. Sanki gülüyor ve kurbanını aceleye ettiriyordu.
Kadın yeniden yüzünü Güneşe taraf tuttu, sonra kahine baktı ve hayvana doğru yürüdü.
Kocaman su hayvanı ağzını daha geniş açtı. Kadın kendini sessizce onun büyük dişlerinin arasına attı. Hayvan ağırlaşmış gövdesini demirledi, su yüzeyinde büyük oluklar açtı ve derinlere daldı…
Burası eski Atlantida idi.
Şaşırtıcı bir gelişme düzeyine yükselen tarihin en eski aşamalarından birinde, ancak gizemli bir şekilde yok edilen ülke hakkında, Platon diyaloglarında modern tarihe kıyasla 9.700 yıl önce yani 12.000 yıl önce kıtanın sular altında kaldığını bahsetmiş.
“Tarihin babası” Herodot, bu kıta hakkında ilk kez MÖ 452’de haber vermiş. Bir Habeş hükümdarının 500 yıldır saklanan gizli belgeleri eline geçer. Bu kroniklere göre Atlantik Okyanusu’nda Amerika ile Afrika arasında Atlantis adında başka bir kıta daha var olmuş.
Afrika’nın tamamı burada devlete haraç öder ve bakire kızlar ve köleler bağışlarmışlar. Bu ülkede tapınaklar ve tanrı heykelleri saf altından, tabaklar gümüş ve diğer değerli metallerden yapılıyormuş.
Para olarak, dalgıçlar tarafından okyanusun derinliklerinden çıkarılan kırmızı ve beyaz balık kulakları kullanılırdı. Her gün yüzlerce dalgıç o “para birimini” alabilmek için öyle derinlere iniyor ki kulakları kanamaya başlıyor ve suyun dibine iniyorlardı.
Yılda bir kez, Güneş Günü sırasında, merkez meydanda saray görevlileri volkanik camdan yapılmış bıçaklarla 10.000 cariyenin, 5.000 ergen kölenin ve yurtdışında doğmuş 1.000 bebeğin kafasını keserdi.
Kan dizlerine kadar yükselir, insanlar yüzlerini ılık kanla yıkar, bu durumda Güneş’in onlara herşey sunacağını düşünüyorlardı.
O gece binlerce meşalenin ışığı altında altın taht üzerinde hükümdarın kızı arka arkaya üç erkekle cinsel ilişkiye girmiş, bu temastan doğan çocuk Güneş’in çocuğu kabul edilmiş ve Tanrı olarak tapınılmıştır.
Bu çocuk üç yıl sonra öldürülmüş ve “cennete geri dönmüştür”.
Açık renk saçlı ve mavi gözlü Atlantisliler kusurlu, bencil ve adaletsiz insanlardı ve yabancılara her zaman aşağılayıcı davranırlardı. Antik dünyanın en gelişmiş toplumu tam bir tiranlık yuvasıydı.
Burada cinayet iğne batırmak kadar kolaydı.
Zulmü ile ünlü krallığın ordusunda hizmet ömür boyu sürüyordu, 6 yaşındaki küçük çocuklar askere alınıyor ve denemeler sırasında sopalarla dövülüyordu. Çocuk ağlarsa öldürürler, susarsa ağlayan çocuğu öldürmesine izin verirlerdi.
10 yaşına geldiğinde asker adayı ormana atılıyor burada vahşi hayvanlarla çevrili olarak yaşamaya zorlanıyordu.
O asker savaş sırasında asla esir almazdı, yakalanan düşmanı öldürmek zorundaydı. Ve Atlantisliler testere dişli kılıçlardan aldıkları yaralardan gülerek kendi kanlarını emiyorlardı ve bu sahneyi gören düşmanın kafası karışıp savaş alanından kaçmasına yetiyordu.
Tamamen tiranlık vatanı Atlantis, bir gün gizemli bir şekilde yok edildi. Herodot’a göre, o gün Afrika kıyılarında, hatta İran’da, güney gökyüzünü aydınlatan patlayıcı bir alev gördüler. Birkaç saniye içinde, öfkeli okyanus Atlantis’i yuttu ve Güneyden gelen fırtına süper ülkenin kalıntılarını yok etti…
1935 yılında Amerikalı milyoner Jacob Landsau, 3 denizaltıdan oluşan bir sefer ile Pasifik Okyanusu’ndaki Atlantis’i aramaya çıktı. Altı ay sonra Fiji Adaları bölgesindeki “Cape” denizaltısından bir sinyal gelir: “Tongo adası çevresinde bir su altı şehri keşfedildi.”
Haberler bitmeden hava bir anda durur, sinyaller kesilir, olay yerine gönderilen İngiliz sahil güvenlik gemileri su yüzeyindeki yağ lekelerinden başka bir şey görmez. Denizaltılar gizemli bir şekilde ortadan kaybolur.
1984 Yılında Los Angeles Beşeri Bilimler Üniversitesi’nden Profesör Erwin Gildebrandt “Mu Kıtası” kitabını yayınladı. Bu kitapta Atlantislilerin ülkelerine “Mu” dedikleri gösterildi. Profesör, Atlantis’te elektrik ve nükleer enerjinin bilindiğini, bilgisayarların, televizyonların, demiryolu hızlı trenlerinin çalıştığını, nükleer silahların yaratıldığını ve Amerika’daki mevcut bilimsel ve teknik ilerlemenin öncülerinin Atlantis’ten geldiğini iddia etti.
Örneğin, Chrysler-209 arabası, Atlantis hükümdarının limuziniyle aynıdır, F-117 savaş uçağı, yıkılan ülkedeki Thunderbird’ün bir kopyasıdır.
Kıtanın insanları, Dünya’nın diğer sakinlerini hor gördüler ve sırlarını diğer kabilelere vermediler. Ülkenin başkentine yalnızca varlıklı yabancı tüccarlar girebilirdi ve yanlışlıkla veya kasıtlı olarak belirlenen sınırı geçerlerse, boyunlarında elektronik bir uyarı patlardı. Gildebrandt, kıtada nükleer karışıklıklar sonucu çok güçlü patlamalar olduğunu ve atom yangınlarında tüm ülkenin küle döndüğünü kanıtlamaya çalışır. Diğer versiyonlara göre Atlantis, yollarına çıkan her şeyi yok eden binlerce barbar tarafından saldırıya uğradı.
Anlaşılmaz gırtlak sesleriyle konuşan yarı vahşiler, kuzeyden bir kasırga gibi geldi, ana yerleşim yerlerini harap etti, muhafızları yok etti ve hamile kadınların ceninlerini çıkarıp en lezzetli yiyecek olarak yediler. Atlantis ordusunun karşı operasyonları bilgisayar grafiklerinden başka bir şey değildi.
…Ani saldırılardan dehşete düşen Atlantis’in hakimleri, merkez sarayda toplanır ve onların yakalanıp köle pazarlarında satılamayacağına, icatlarının ve diğer sırlarının düşmanın eline geçmemesine karar verirler. Ve öyle yapıyorlar.
Bir hafta içinde insan cesetlerinden yığınlar oluştu ve çocuklar baş tanrının kızgın demir modeline atıldı ve diri diri yakıldı. O zamanlar bakireler sokakta karşılaştıkları ilk kişiye kendilerini sunar, askerler lazer toplarının yanında zehirli şarap içip intihar eder, elmaslarla süslenmiş kediler sokaklarda dolaşır, onlara sahip olan zengin kadınlar kız arkadaşlarının kocalarıyla, kocalar ise köle fahişelerle eğlenirlerdi.
Atlantis hakkında yeterince şaşırtıcı gerçek var. Popüler sansasyonel haberlere göre, Atlantik Okyanusu’nda bulunan su altı kalıntıları, Platon’un belirttiği bölgeye tam olarak karşılık geliyor ve bu, Atlantis’in var olmuş olsaydı, bu kalıntıların onun kalıntıları olduğunu kesin olarak doğrulardı.
Peru’daki Estameres şehri yakınlarındaki mağaralardan birinde, F-117 uçağına oldukça benzeyen makinelerin yanında duran insanlar tasvir ediliyor. Aztek efsaneleri, binlerce yıl önce gelen mavi gözlü, sarışın adamlardan bahseder, Kızılderililere demir aletlerin nasıl yapıldığını öğrettiklerini ve onlara volkanik camdan yapılmış bıçaklar verdiklerini söylerler.
Aztekler onlardan nasıl fedakarlık yapılacağını ve midenin haç şeklinde nasıl yırtılacağını öğrenmişlerdi.
Hindu kabilesi reisinin vücuduna gül yağı sürüp altın tozu serperek Eldorado gölü yakınlarında suya girmesi ve kabile üyelerinin suya altın objeler atması çok ilginçtir.
Tongo Adaları hala para birimi olarak kırmızı ve beyaz balık kulakları kullanıyor. Hawaii krallığında, 1898 yılına kadar, herkesin önünde “saf kraliyet kanından” çocuklara sahip olmak için kraliyet kızlarının kendi erkek kardeşleriyle cinsel ilişkiye girme kuralı vardı.
Arkeolog Michael Ginni, Cape Green Adaları bölgesinde Atlantik Okyanusu’nun 1.500 metre derinliğinden alınan kaya örneklerinde tuhaf minyatür mekanizmalara benzeyen seramik objeler bulunduğunu söylüyor.
Analizler, 16 bin yıl önce onların radyoaktif radyasyona maruz kaldıklarını gösterir. Afrika’da, 15.000 ila 20.000 yıl önce tam kapasiteyle çalışan ve silah sınıfı plütonyum ürettiğine inanılan bir nükleer reaktörün kalıntıları keşfedilmiştir.Hindistan’da bulunan eski bir insan iskeletindeki radyoaktivite, doğal arka planı 50 kat aşmıştır.
Bu noktada Atlantis’in atom bombaları akla gelmektedir. Michael Ginny ayrıca nükleer enerjinin felaketten kaçan ve diğer bölgelerde hakimiyet kurmaya talip olan Atlantisliler tarafından kullanıldığına inanıyor.
Bazı modern ufologlar, zaman zaman ortaya çıkan uçan daire mürettebatının, okyanus sularının altında yaşayan, henüz anlamadığımız bir yaşam tarzına, bilgi ve güce sahip varlıklar olduğu ve üzerimizde deneyler yaptıkları görüşündedirler.
Geçen yüzyılın başında 1925’te ölen ve tüm baskılara ve alaylara rağmen fikirlerinin son nefesine kadar arkasında duran Amerikalı vizyoner Edgar Cayce, Atlantislilerin Güneş’ten enerji aldıklarını ve ışınlarını yıkıcı silahlara çevirebildiklerini söylemişti. Güneşten enerji toplayan Tuaoy adında bir kristalleri var. Bu ülkenin rahipleri, uzak galaksilerdeki varlıklarla iletişim kurma yeteneğine sahip olmuşlar.
Casey, Atlantis’in mirasçılarının Avrupa’ya gelişiyle ilgili sağlam gerçekler sağladı ve efsaneleri haklı çıkardı.
…Hollywood filmlerinden birinde, Atlantislilerin haleflerinin su altında yaşamayı öğrendikleri ve yakında yeni kurallar, ritüel kurbanlar, elektronik boyunduruklar getirerek Dünya’ya yükselecekleri gösteriliyor. Ama bir kutupta kristaller aracılığıyla Güneş’ten gelen yaşam ışınlarını emen, diğer kutupta binlerce bebeği yakıp küle çeviren ve onlara Güneş’in bir kısmını veren Atlantis’in bir daha ortaya çıkmaması daha iyi.