Ne deniz sardı maviyi ne de akşamı aydınlattı güneş ışıklarıyla; dibe çökmüş umutsuzluğun dağına inmiş, puslu sis eşiğinde bıraktıklarını.
Korkusuz, cesaret ve delilik treninde yolculuk zamana karşı. Yol patikalı ve dikenlerle dolu, sonu gül bahçesi mi yoksa kapkaranlık sonsuzluk mu bilinmez. Kalabalığın içine inmiş duygular, askısında takılıp kalıyor anlayıp da anlatılamayanlar.
Hayatın anlamı ilk perdede mi yer alacak, son perdede mi anlam kazanacak derken, ilk yaşanacak en sonda kendisini gösterir sahnede. Zaman, neresinden bakacak olursan ol, yaşanacaklar bir sıra hâlinde değil de karmakarışık, tersine dönercesine yakalar seni.
Bir bakmışsın, satırlara, şiirlere dökülmüş, duvarlara resim olmuş yaşadıkların.
Hasret kaldığın çiçeklerin ayazlar mevsiminde açtığını görmek, Kafdağı’nın tepesinde görülen mutluluğun tarifi şeklinde.
Temiz suya karışmış duygular sandığında kapağı kapalı itiraflar, saati gibi kendiliğinden dökülüveriyor anlatamadıkların.
Sokakların nefretini taşıyan onca sesin içinde, soğuk ve karanlık üzülmelerin; önceden ışıklı olan gönül evinin yıkıntılarıyla tekrardan duvarları örüp yaşamak ötesinde…
Ömrün bahar suretinde dönerse devran döner…
Kalbe yağınca yağmurlar, şimşekler ilk hedefinde iken hüzün durmaz, oluk oluk akar gözyaşlarıyla. Uzaktan saçma gibi görünse de anlaşılması hayli zor. Mürekkebin içinden ne damlaların, kaç karalanmış kâğıdın sayısız harflerinden dökülür; yeniden yaşanılırsa tabii…