Sabahın erken saatinde, çaresizce boş sokaklarda yürüyordum. Evden “işe” diye çıkmama rağmen, nereye gideceğimi bilmeden aylak aylak dolaşıyordum. İşten çıkarıldığımı aileme söylememiştim. Annem yine kızılca kıyamet koparacak; bilgisayar mühendisliğini derece ile bitirmiş oğlunun nasıl olup da işsiz kaldığını anlamayacaktı çünkü. Gerçi ben de kendime anlatamıyordum. Çalıştığım işyerinin sahibi, maaş zammı vakti gelince yeni mezun birini bulup işime son vermişti. Bal gibi haksızlığa uğramıştım. Benim gibisini bulabileceğini sanıyorsa aldanıyordu. Yerime gelen kişi neden kovulduğumu sorduğunda ona açık ve net bir şekilde söyledim. Çalışma azmiyle yanıp tutuştuğunu telaşından anladığım genç, sanırım bu işin ona göre olmadığını anlayıp bir haftaya kalmaz işi bırakırdı. O zaman patron beni arar mıydı?
İnce ince yağan yağmurun ceketimde bıraktığı izi görsem de aldırmadan yürümeye devam ettim. Umarım yağmur şiddetini artırmazdı. Dükkânların kepenklerini gürültüyle açan esnaf, sokağa henüz çıkmış bir simitçi, trafiği az sonra kilitleyecek araçlar yerlerini almışken, yanımdan geçen bir motosikletin bıraktığı egzoz dumanı ve motor gürültüsüyle irkildim.
“Önüne baksana, kardeşim!” diye bağırdı saygısız sürücü. Kafasına taktığı kask yüzünden suratını göremiyordum belki, ama arkasından,
“Plakanı aldım!” diye bağırıp gözdağı verdim kendimce. Canım sıkıldığında çatmak için bahanem olacaktı. Plakasını araştırıp adresini bulmak benim için çocuk oyuncağıydı. Ellerim cebimde, hızını artıran yağmura kayıtsız kalamayarak dükkânının kilidini henüz açmış bir pastane sahibiyle beraber içeri girdim. Adam şaşkınlıkla kalakalırken işaret parmağımla yukarıyı işaret ettim.
“Yağmur bastırdı. Islanmayı planlamıyorum.” Adam, sevecen bir bakışla,
“Misafir, kısmetiyle gelir,” dedi. O, tezgâhın arkasındaki kapıdan içeri girerken ben de bir masaya oturdum. Gök gürleyince de ne kadar şanslı olduğumu düşünüp acı acı güldüm. Az sonra pastanenin sahibi, bir bardak demli çayla dumanı tüten bir simit koydu önüme.
“Afiyet olsun.” Adama teşekkür ettim. O, başıyla onaylayıp işine döndü. Ben de sokakta koşturan insanları izleyip misafirliğin tadını çıkardım. Yeme içme işi bitmişti, ancak yağmur dinmemişti. Elim çenemin altında öylece dururken adam seslendi:
“Bütün gün orada öyle oturacak mısın?” Adama sokağı işaret ettim.
“Yağmur çok şiddetli yağıyor.” Adam, dışarı şöyle bir bakıp,
“Görüyorum,” dedi. “Yağmur yağdığı için benim çırak gelemiyor. Bana yardım eder misin?” Sanırım yediğim simidin hakkını vermem gerekiyordu. Ayağa kalktım:
“Ne yapmamı istersiniz?” Pastane sahibi, nezaketinden ödün vermeden kibar ama emreder bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Lavabonun yanında vileda var. İçine su ve deterjan koy. Başla silmeye. Sana kolay gelsin.” Suratına ablak ablak bakınca kızdı. “Hadi ama! Ben fırına giriyorum, poğaçalar yanmasın. Az sonra burası müşteri dolar.” Nedense adama itiraz edemedim. Aklımdan kaçmak geçti, ama gök gürleyince hemen viledaya sarıldım.
Bir bardak demli çay ve taze simidin bedelini ödemek için akşama kadar o pastanede temizlik ve garsonluk yapacağımı söyleseler inanmazdım; ama gözlerimden uyku akana dek, masalara servis yapıp bulaşık yıkadım. Saat ona yaklaşırken adam yanıma gelip,
“Aferin,” dedi. “Senin gibisini görmedim. Yağmur dindiği halde beni bırakıp gitmedin. Esaslı delikanlıymışsın.” Dalga geçiyordu sanırım. Çünkü ne zaman yağmurun dindiğini ve işim olduğunu söylesem, gözlerini belertip gitmeme izin vermediğini hatırlamıyordu. Bana ihtiyacı olduğu kesindi. Bahsettiği çırak hiç gelmemişti çünkü. Gerçi saat sekizden sonra yanında çalışan herhangi biri olmadığını ancak idrak edebildim. Bu da benim saflığım.
“Kapatalım artık,” dediğinde azat edildiğim için mutluydum. Birlikte pastaneyi kilitledikten sonra elime bir zarf tutuşturdu.
“Ben bu taraftan gidiyorum. Kalacak yerin yoksa misafirim ol.” Başımı iki yana sallayıp,
“On dakikalık misafirlik için bir gün çalıştım. Bir gecelik misafirliğin bedelini bir yıl çalışsam ödeyemem,” deyince, bıyık altı gülümseyip omzumu sıvazladı.
“Kapım sana her zaman açık. Sabah yolun düşerse çekinme, gel.” Elini sıkıp aksi yöne doğru hızlandım. Bu arada zarfın içine açmayı ihmal etmedim. Bir günlük çalışmamın ücreti vardı içinde. Hem de çalıştığım şirkette aldığımın bir buçuk katı. Kafamı kaşıyarak zarfı cebime sıkıştırdım. Yağmur atıştırınca da koşmaya başladım. Su beni eritse de sığınmak için saçak altına bile girmemeye niyetli olarak evimin yolunu tuttum.
Annem beni geç saatte karşılayıp nerede kaldığımı sorduğunda işimin uzadığını söyledim. Pek yalan sayılmazdı. O da damarıma basar gibi,
“Çok şükür bir işin var,” dedi. “Yan komşunun oğlunu yine işten çıkarmışlar. Halimize şükretmek lazım. Yarın da mı geç geleceksin?” Annemin mazlum gözlerinin içine baka baka yalan söyleyemeyeceğime göre,
“Daha erken çıkıp, daha geç geleceğim, merak etme,” dedim. “Bu bir süre böyle devam edecek.” Annemi üzmemek için mesleğimle ilgili bir iş bulana dek pastanede çalışmak zorunda olduğum gerçeğiyle karşı karşıyaydım. Sanırım yarınki iş görüşmem pastane sahibiyle gerçekleşecekti.