İnsan olmanın en bariz vasıflarından birisi soru sormaktır. Sorunun peşine düşmek de herkese nasip olmaz. Ne yazık ki, hayat bize her istediğimiz sorunun karşılığını vermedi. Cevabı bulmak da, hayatı keşfetmek de bizim elimizdedir. Bu keşif yolculuğunda yol uzundur, azık ise yeterli değildir. Herkes elindeki imkânlarla bu yolculuğa çıkar, yolcunun hâlini de Allah (c.c.) bilir. İmkân demek, gösteriş demek değildir. Çünkü, istediğimiz kadar şatafata, gösterişe kapılsak da şaşaaya gömülsek de bu dünya sefaletinden asla kurtulamayız. Bu dünya ki, bir oyalanma yeri ve gönül aldatmacasıdır. Gönül aldanmaz ise, onun için kurtuluş yakındır.
Ömer Hayyam’a ait olan,
“Ne bilginler geldi, ne buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar…
Hangisi yarıp geçti bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uykuya daldılar.”
Şiirinde de, masaldan kasıt bir yalan ve düzmece olan dünya hâlinden ve ahvâlinden dem vurulmaktadır. Masalın başı güzelleme, sonu güzellemedir. Bu masalın sonunda bilgin olsan da cahil olsan da uykuya dalarsın. Uykuya dalmadan önce gelin seyredelim âlemi. Âlem bir ukbâ trenidir. Tren kaçmadan yetişmeli. Çünkü yol çok uzun. Yolda engeller vardır fakat imkânlar da vardır. Bir imkân vardır ki, adına kâlb derler; onun önderliğindeki yolculuk ne güzeldir, güzergâh ne güzeldir, hedef ne güzeldir. Gönül almak ne güzeldir, vermek ne güzeldir. Kalp kırmak, Kâbe’yi yıkmaktır. Gönül/kâlple ilgili o kadar çok deyim ve atasözümüz vardır ki, geçmişten bu yana sadece gönül diliyle bile konuşsak aşılmayacak yol, dile gelmeyecek güzellik kalmazdı fikrimce. Gönül dili, hâl dili ile nice dereceler yükselir, nice makamlara erilir. Osmanlıca ‘dil’ demek de ‘gönül’ demektir. Gönül deryası dil kıyısına vurunca nice inciler oluşur bu âlemde. Bu âlemde, gönlü mesken tutmak lazımdır, gönlü heybeye koyup yola çıkmak lazımdır. Kimseyi incitmemek ve incinmemek lazımdır.
“Gölgesinde otur amma,
Yaprak senden incinmesin.
Temizlen de gir mezara,
Toprak senden incinmesin.” diye belirtir ‘İncitme’ şiirinde Abdürrahim Karakoç.
Bütün bu keşmekeş dünya hâlini bir kenara koyup hemhâl olsaydık, dert kalır mıydı, hastalık kalır mıydı bilmem!, karıncayı incitmeyen fil, gülü incitmeyen bülbül olabilseydik… Bâkî (1526 – 1600)’nin de dediği gibi, “Âvâzeyi bu ‘âleme Dâvûd gibi sal, Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” …. “Yüksek sesini bu aleme Davut gibi sal çünkü bu gök kubbede baki kalan ancak hoş bir seda imiş.” diyor şâir. Bu dünyada bir mihmânız, bir misafiriz; bu gök kubbede rüzgârın yerini güzel sesli bülbüller alacak; her şey yerini bir diğerine bırakacak, dünya kimseye kalmayacak, göklerde baki kalan sadece sedâlar olacak.
İnsan olmanın en bariz vasıflarından birisi soru sormaktır, sorunun peşine düşmek de herkese nasip olmaz demiştik. Nasip olsun ki, masaldan, ukbâdan, gök kubbeden bahsettiğimiz bu gönül sofrasında hemhâl olalım, hâlden anlayalım. Sorularımız cevapsız kalmasın, keza bu dünya lehine masallarımızı söylüyoruz ve yakında uykuya dalacağız.
‘Sahi ne çok kaybettik,
Ne çok telaş biriktirdik.
Ne çok aldandık,
Ve ne çok aldattık.
Bu dünya uykusunda bir ninni duyduk.
Kimimiz şair,
Kimimiz mecnun olduk.’
Selam ve dua ile…