“Fabrikaya gidip bütün gün çok sıkı çalışıyoruz. İnsanların bu kıyafetleri yapmanın ne kadar zor olduğundan haberleri yok. Parasını verip giyiyorlar. Bence bu kıyafetler bizim kanımızla üretiliyor. Pek çok işçi farklı kazalarda hayatını kaybediyor. Hiç kimsenin bizim kanımızla üretilen şeyleri giymesini istemiyorum. Mesela Rana Plaza Olayı…” diyor ve ağlamaya başlıyor Bangladeşli bir işçi. Onu daha iyi anlamak için Bangladeş’in başkenti Dakka’da bulunan Rana Plaza faciasını hatırlamak gerek.
8 katlı tekstil atölyesi olan plaza, mühendis ve mimarların, binanın patronlarına‘bu binayı hemen boşaltın’ demelerine rağmen boşaltılmadı. Çünkü patronlar her bir iş gününden elde edecekleri parayı düşünüyorlardı. Bu minvalde binayı boşaltmak zarara girmek demekti. Nitekim tarih 24 Nisan 2013’ü gösterdiğinde Ranaplaza, gerideacı bir bilanço bırakarak çöktü. 1138 işçi vefat etti. Sadece 80 işçi sağ kurtuldu ancak uzuvlarını kaybederek!Esasen bu facia değil, bir katliam. Bu katliamı yapanlar aslında hala bu kanlı senaryoya devam ediyorlar. Nasıl mı?
Sistem kısaca şöyle işliyor; Batılı büyük firmalar (Zara, H&M, Mango…) ucuz iş gücü talep ediyor ve bunun için de Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Kamboçya gibi ülkeleri tercih ediyor. Çünkü orada çalışan bir işçi bütün bir gün sadece 2 dolara çalışıyor. Patronlar: “Bize bu pantolonu sadece 4 dolara mal et, eğer 5 dolara mal edersen başka fabrikaya gideriz” diyor. Fabrika işe muhtaç olduğundan el mahkum kabul ediyor.
Bangladeş’te çalışma şartları o kadar hijyenden uzak, vasat, güvenliksiz ve tabiri caizse insanlığa hakaret eder tarzda tasarlanmış ki, çalışanların çember içinde sürekli dönen bir fareden farkları yok maalesef. Onları bu konuma aşağılayan ise içinde yaşadığımız kapitalist sistem ve onun müridleri olan patronlar…
“Sendika kurdum iş yerinde. Başkanlığını yapıyorum. Talep listesi oluşturdum ve patronlara ilettim. Patronlar çok sinirlendi ve kapıları kilitledi. 30-40 kadar personel bizi çok pis dövdü. Sandalyelerle, sopalarla, ölçeklerle, makaslarla üzerimize geldiler. Tekme ve yumruk attılar. Kafamızı duvara vurdular. Göğsümüze ve karnımıza vurdular. Yani en çok acıtan ve görünmeyen yerlerimize…” diyor Bangladeşli bir işçi kadın ve gözler önüne seriyor insan haklarının nasıl lakayt bir tavırla ezilip hor görülebileceğini. Bangladeş’te çocuklar da köle olarak çalıştırılıyor, yaşlılar da. Emekli maaşı yok, doğum izni yok, işçi hakları yok. İşte bu yüzden moda sektörü Bangladeş’te, çünkü insan haykırışları her defasında sis gibi havada asılı kalıyor ve hiçbir kurum ilgilenmiyor. Böylece batılı firmaların ekmeğine yağ sürülüyor.
İşçiler, insanlık dışı koşullarda çalıştırıldıklarından dolayı hasta oluyor, sakat kalıyor, hatta ölüyorlar. Bunun en üzücü örneği ise kimyasal ilaçlar. Çark şöyle dönüyor; Batılı şirketler pamuk işine giriyor ve yüzlerce dönüm arazi satın alıyor. Pamuk tohumlarından istenilen verimi elde etmek için ise tohumların genetiği ile oynuyor ve öyle tarlaya ekiyor. Ama bir sorun var. Gdo’lu pamuklar istenildiği ölçüde böcekleri veya zararlı maddeleri kendinden uzaklaştıramıyor bu yüzden verim düşüyor. İşte o zaman kimyasal ilaçlar devreye giriyor, özellikle de Pestisit maddesi! Ve bu pamuklar kimyasal maddeleri o kadar fazla absorbe etme yeteneği ile tasarlanmışlar ki, pestisit verildikçe veriliyor. Bu şekilde böcekler ve zararlı maddeler ölüyor ama bir yandan da toprak kirleniyor ve verimliliği birkaç yıl sonra ciddi anlamda düşüyor.
Toprak zehirlenirken, insanlar da zehirleniyor. Pestisit maddesinin çok kullanılmasından dolayı, tarımın yapıldığı bölgede zihinsel hastalıklar, kanser, fiziksel engelliliğe çokça rastlanıyor. Çocukların pestisit maddesi yüzünden ölümü kurumlar tarafından kabullenilmiyor ve tedavi masrafları devlet tarafından karşılanmıyor. Pestisit ve gübre üreten şirketler ise bu durumda sessiz kalmayı yeğliyor.
Pestisit üreten şirketler toprak sahiplerini‘bana bu kadar borcun var ancak ödemedin, artık senin toprağın benim toprağım’diyerek sıkıştırıyor. Bunun sonucunda arazi sahiplerinin bazıları o pestisiti içip intihar ediyor. Bu durumla karşılaşmış pek çok kadın, kocasını tarlada yatarken buluyor ve bu olay yaşanmaya devam ediyor. 250.000’den fazla çiftçi bu şekilde intihar etmiş durumda ki bu tarihte bilinen en büyük intihar dalgası!
Gdo’lu tohumları ve kimyasalları ve hatta ilaçları üretenler esasen aynı şirket. Yani tam bir kazan kazan durumu hakim. Bizler için ise kayıp kayıp durumu…
Aynı hezeyan deri üretiminde de var. Ucuz deride başı Hindistan çekiyor. Her gün 50 milyon litrenin üstünde zehirli atık su nehirlere dökülüyor, tarlalara ve içme suyuna karışıyor. Yerel çevre kromlu sudan o kadar etkilenmiş durumda ki, insanlarda özellikle deri hastalıkları ve kanser çok ama çok üst seviyede.
Moda sektörü petrol sektöründen sonra Dünyayı en fazla kirleten 2. sektör! Doğal kaynaklar ve insan sağlığı o kadar çok tahrip ediliyor ki, bu sessiz çığlıklar maalesef bastırılmaya, es geçilmeye devam ediyor.
Hızlı moda cadde devriminin bir parçası. 2 sezon koleksiyon çıkartan dev şirketler artık 52 sezon birden koleksiyon çıkartıyor. Dünyadaki her 6 insandan biri moda sektöründe ve kötü koşullar altında, söz sahibi olamadan çalışıyor. Bu ahlak tanımayan sistem, adeta insanları sömüren kusursuz şekilde tasarlanmış bir kabus gibi…
Şu vakitten sonra her bir aldığınız kıyafetin arka planında Rana Plaza olayının gölgesi olduğunu aklınıza getirin. Bu kıyafetler nereden, nasıl, ne şekilde geliyor bir düşünün. Gereksiz kıyafet alımlarından kaçının. Kan ile üretilen kıyafetlerinizi deterjanlar temizleyebilir mi? Bu kapitalist sistemde toprağı ve insanı sadece işlenen ve işletilen bir meta olarak görmemeli, aksine toprağı toprak ana sıfatına geri güncellemeli, insanlara ise layık olduğu çalışma koşulları sağlanmalı… Maalesef kapitalist sistem, birkaç ucuz kıyafet aldığımızda kendimizi zengin hissetmemize neden oluyor. Mamafih dünya fakirleşiyor ve yavaş yavaş yok oluyor…