Ömür geçiyor, sadece geçiyor. İnsan da garip garip onun geçişini izliyor.
Yapacak bir şey yok, arkadaş. Hayat bu. Ömür geçecek, sen de onu izlemek zorunda kalacaksın, maalesef…
Bakalım bu giden ömürde neleri yaşıyor, nelerle karşılaşıyor, nelerle mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Yaşanan ömür, bize Yaradan’ın lütfu. Lütuf ettiği kadar da sınavlarıyla dolu bir hayat okuludur desek yanılmayız.
Bu okulda nasıl biriyiz? Ödevlerimize nasıl çalışıyoruz? Derslerimize ne kadar zaman ayırabiliyoruz? Bizi bu okulun öğrencileri yapan Yaradan karşısında bir gün vereceğimiz cevaplara nasıl hazırlık yapıyoruz?
Bu okulun ana kitabı insanlıktır. Bu kitabı her öğrenci sahiplenemiyor. Kimi bu kitabı her an “yırtmak” için uğraşan şeytanla dost oluyor, kimi kalbini hasetle, kinle, nefretle “süslüyor”, kimi doğup büyüdüğü, ekmeğini yiyip suyunu içtiği vatanına ihanet etmekle besleniyor. Bu “kimi”lerin listesini büyütmek zor değil.
Çoğu insan ise doğduğundan son nefesine kadar, bir gün karşısına çıkacağı Yaradan’ın sorularına asıl insan olarak, yukarıda saydığım kötülüklerden uzak olmak için çaba gösteriyor.
İnsanlık çok pahalı bir elbisedir; herkes onu alıp giyinemiyor. Birçok kişi kendini yüzde insanlığa değer veren biri gibi göstermiş olsa da arkada yine şeytanla arkadaşlığına devam ediyor.
Neden bu dünyaya her zaman “yalan dünya” derler? Dünya yalan değil ki… Dünyayı yalan kılanların çoğu, yukarıda saydığım bireylerdir. Kimisi isteyerek, kimisi de istemeyerek yalanlarla süsleyen insanlardır.
Yaşadığımız çağdaş dönemde, dedelerimizden, nenelerimizden bize miras kalan insani özellikler ölüme doğru yola çıkmış. Artık ne eski dönemlerdeki gibi büyüklere saygı, dikkat, ne de küçüklere sevgi, anlayış kalmış. Kalmışsa da çok az kalmış.
Hayatta yaşanan olaylar, çevrendeki insanların sana olan sevgisinin ve dikkatinin tartısıdır. Maalesef çekisi düşük olanların sayısı artıyor.
Deprem, sel ve taş kalpli insanlar aynıdır. Deprem ve sel insanı öldürerek can alır, böyle insanlar ise ruhu mahveder.
Hayatı bazen, sonu farklı olaylarla biten bir romana benzetiyorum. Bu romanın kahramanı olan güçlü insan, bütün iğrençliklere, kötülüklere, yalanlara rağmen dünyayı sevip hayata tutunarak mutlu olmaya çalışıyor. O zaman mutluluk onu yalnız bırakmıyor, insanlık onunla arkadaş, dost oluyor.
Zaten mutluluğun kendisi, hayatın doğurduğu şımarık çocuktur. Ona sahiplenmek, ona annelik yapmak çok güzel bir histir.
İnsanlığın kürsüsü, rütbesi, büyük maddi imkânları olmaz. İnsanlık, insana genle gelir, son nefesiyle de gider. Bu fani dünyada kimi kişi şerefiyle yaşayarak hayattayken “rahmet” kazanır, kimi kişi de şerefsizliği ile “lanet”ini alıp gider.
Bazen düşünüyorum… Bu dünyadan göç ederken sahip olacağımız beş metrelik bez olacaksa (eğer o da kısmet olursa), bu kadar pislik yapmaya, insanlığa gölge salmaya değer mi?
Acaba bu dünyada insanlığı ölçen bir cihaz olsaydı, kaç kişiye doğru teşhis konulurdu? Acaba kaç kişi yüzde bir türlü, arkada başka türlü olmaktan kurtulup tedaviye yeterli cevap verirdi?
O zaman insanlık yeniden iyileşerek yeryüzünü süsler ve bir daha dünyaya başsağlığı dilemeye gerek kalmazdı…