Fırfırlı eteğini savurarak gezinen kız çocukları, erkek pantolonu ve gömleği giymiş küçük delikanlılar…
Bayram geldiğinde sokaklar küçük hanımefendi ve küçük beylerle şenlenir; daha öğlen vakti olmadan da kızlar seksek oynarken, erkek çocukları maç yaparken dağılır bütün şekil şemailleri.
Sokak satıcıları bayrama özel cicili bicili (nişastalı minicik kaplarda satılan pelte-puding kıvamında bir yiyecek), Osmanlı macunu, pamuk şeker, balon satıcıları, çocukların topladıkları harçlıkları annelerden evvel kapma derdindeler. Geçmiş zaman.
Yaşlılar tarihleri akıllarında tutamadıklarında, bir hadiseyi anlatacaklarsa böyle başlardı söze: “Geçmiş zaman.” Yaşlanmadımsa da tarihlerle de aram iyi olmadı hiç. Ama konu bu değil, konu bayram.
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi.
Süleymaniye’de kıldım bayram namazını. Kimseleri tanımıyorum ama musafaha ettim cümle din kardeşimle. Acılarımı bilmeyen, derdime ilaç olmamış orsalarda kardeşlerim onlar.
Her bayram saatinde buluşan onca asırlarca kaynaşan insanların ayrışmasından duyduğum hüzün baki kalacak, Gök kubbede kalan ezan gibi.
Hayatta en çok ne isterdin deseler, birinin bana inanması derdim. Gözlerime bakması ve beni dinlemesi. “Seni anlıyorum” demesi. Yürüyorum, dilimde Yahya Kemal’in dizeleri:
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Her kıtasını ezbere bildiğim ender şiirlerden olan bu şiiri okuya okuya geçtim bayram müjdesiyle çiylenen yüzlerin arasından.
Daha serin sabahlar ve insanlar artık. Daha uzak birbirine. Şekerlemeler çok renkli ve çeşit bol. Yine de mahalle bakkalındaki akide şekerlerini özlüyorum.
Anneme gitmem lazım. Ne yüzle bilmiyorum. Fatih’in ara sokaklarında yolu bile isteyerek uzatarak geziniyorum. Beni gördüğüne şaşıracak. Üzülecek belki. Kovacak hatta.
İzlenip izlenmediğimi kontrol ediyorum. Bayram günü izlemeyin beni, ne olur! Annemi göreyim. Uzaktan da olsa. Kendi evimin ziline basıp kaçmayı düşünüyorum. Annem açmazsa kapıyı, bu plan işe yaramaz.
Çocukken saklambaç oynarken gizlendiğim ıhlamur ağacına yaslıyorum başımı. Başıma uzanacak ve aylardır okşanmayan saçlarımı sevecek gibi geliyor sarı domura durmuş dalları. Mis gibi kokuyor, ılık rüzgâr estikçe. Uyumak istiyorum burada. Bu durduğum ve dayandığım ıhlamur ağacının altında.
Babam geliyor. Kapıyı çalıyor. Açan annem.
Okul dönüşü kapı açmaları düşüyor aklıma. Ah be kadın, neden inanmadın ki bana? Neden?
Ben masumum, iftiraya uğradım. Teslim olsam sağ komayacaklar belki. Salih Mirzabeyoğlu’na çok eziyet etmişler. Şu az evvel ellerinden tutup salavat okuduğum insanlar bildiler mi Salih’in ne yaşadığını? Benim masum olduğumu biliyorlar mı?
Süleymaniye’de başlayan bir bayram sabahı, Fatih’in sırlı sokaklarından yürüyorum. Yürümek sır. Sokaklar sır. Hanelerde sırlar.
Eminönü’ne geçtim. Güvercinlerin arasından yürüdüm, uçurdum onları. Yeriniz gökler sizin, uçun hadi.
Şu dünyaları sığdırdığım halde bir yerlere sığdıramadığım yüreğimi ne yapsam?
Kuşlara yem veren kadın. Kuş dili konuşur gibi mırıl mırıl. Öteberi aldı satıcılardan. Şeker, lokum filan.
Arkasındayım. Onunla geziniyorum hediyelik eşyalar arasında.
Kadın, kuşlara yem vermek için vakit ayırdığına göre iyi biriydi. Bundan bana neydi, evet. Ama…
Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar’dan mı? Hisar’dan mı? Kavaklar’dan mı?
Üsküdar’a giden vapurun önündeyim. Çünkü o kadın da burada. Evet, az dertsizmiş sanki başım, derde ihtiyacım var, evet.
Vapurdayım. Uzaklara bakan kadın martılara simit veriyor şu an.
Martı olsam. Utanıyorum. Ah be!
Atlamayım, belki şu mavi sulara. Kaybolmalıyım. Üsküdar’a varmadan. Martı olsam.
Vapur limana yanaştı. Kadın yanımdan geçerken döndü, selam verdi.
“Hayırlı bayramlar, tanışıyor muyuz?”
Sol tarafa bakıyorum. İki yakayı bir araya getiren köprüye dalıyor gözlerim. Sağ yönümde küskün kız kulesi. Ağlamaklı, biraz öfke, biraz acı buhurdanı gözlerim.
Gözlerimle yeri yokluyorum. İneceğim aşağılara bir boşluk bulsam.
“Hayır” diyebiliyorum en nihayet. “Tanışmıyoruz.”
Aslında, bu dünyadan tanıdık değiliz, belki GaluBela’dan. Bu son cümlemi içimden söylediğim için duymadı beni.
Mütebessim bir selam veriyor tekrar başıyla. Kadın iniyor vapurdan. İnsanların akıp gittiği yöne değil, başka bir yöne gidiyor.
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
Yürüyorum Mihrimah Sultan camiine doğru. Dilimde bir şiirin son mısraı:
“Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.”
Sakallarıma gidiyor ellerim. Vakit öğle ezanı. Değişen ne çok şey var. Uzayan sakallarım, kısalan hayallerim. İki simit alıyorum namaz çıkışında. Biri bana, biri de martılara.