“Üzüldüğümü anlattığımda kayıtsız kalman… Sanırım tam o noktada, içimde bir kapı sertçe kapandı.”
Kalbinde kaç kapı var ve kaçı bir daha açılmamak üzere kapandı?
Okurlar sanır ki kapının sertçe kapanması, birini hayatından tamamen çıkarmak demektir. Oysa hayır… Kapanan, sadece o duygunun; beklentinin, iyi niyetin, alttan almanın, mütevazılığın kapısıdır.
İnsanlar birdenbire vazgeçmez!
Bir çocuğun ağaca tırmandığını düşün. Dal, aslında yere yakın. İstese inebilir ama orada kalmayı tercih eder. Sonra dal kırılır. Çocuk bu düşüşten ölmez, hatta ağaca kin bile beslemez. Ama canı yanar. Ve bir daha o ağaca tırmanmayı göze almaz.
İnsan da kalbe tutunur—o kalpte bulduğu değere, hissettiği güzelliklere, ruhunda uyandırılan duygulara tutunur. Ama zamanla davranışlar, tek tek koparır o küçük dalları… Sonunda, artık o ağaçta yeri olmadığını anlar. Bir daha aynı hissiyatla yaklaşmaz.
Ne garip… Kocaman bir ömür gibi görünen şu üç günlük hayatta insan ne çok şey öğreniyor. Ve sonra mezara sığmaz gibi geliyor tüm o tecrübeler. Oysa sığıyor…
Onca kırılmışlık, heves, ukde, acı, sevinç, mutluluk, hüzün…
Dışarıdan bakınca sadece biraz toprak ve bir kara taş!
Sonra hikâyenin diğer kısmı başlıyor.
Dallarını tek tek kırarak onu düşüren ağaç, mezarının başında çiçek açıyor. Rüzgârla bir olup fısıldıyor; anlatıyor ne var ne yok… Bütün pişmanlıklar, keşkeler, hayaller bir kara taşa dökülüyor.
Sahi… Karşında kanlı canlı dururken, o çabalarken gösteremediğin sevginin, bitmeyen savaşın, ayrılıkların, acıların sebebi olurken… Bir avuç toprak ve bir kara taş anlar mı seni?
O kalpten düşerken ve düşmeyi seçerken, dallarını dost bilip gökyüzüne tutunan birine çalı olurken neredeydin? Sevginin dilini konuşurken, gözlerinin içine bakarken neredeydin? Sana tutunmak için çabalayanı görmeyen, duymayan sen değil miydin?
İnsan, diyor şair, tutmak isterse bir bahane bulur; bırakmak isterse de… Bulduğun bahanenin esiri olup, bir ömrü görünmez bir vicdan hapishanesinde geçirmenin sebebini hâlâ dışarıda mı arıyor gözlerin?
Sadece bir kez aynanın karşısına geçip sor kendine: “Ben kusursuz muyum?”
Bak her şeye… En dışarıdan bir gözle… Yitirdiğin, aslında kalbinin iyiliği değil mi? Atılan adımları mecburiyet sanıp, bir adım gitmeye mecalsiz oluşun; vazgeçtiğinden mi? Herkesleştiğinden mi? Herkes ile aynı kefeye koyduğundan mı?
Peki şimdi, ellerindeki toprak, tırnaklarındaki çamur neyin bedeli? Yaşarken, çabalarken görmediğin herkesin kaybedenisin. Yanında olduğunda mutlu hissettiğin, uzaklaşınca kötü saydığın herkesin geride bıraktığısın. Savaşırken elinden tutmadığın, kırdığın dallarla yere düşenin hayal kırıklığısın.
Geçip giden hayatın içinde, eksile eksile yalnız kalmanın izlerini aynada büyüttüğün kibrinle saklamaya çalışansın. Dönüp dönüp aynı girdaba düşen, akıllı geçindiği hâlde kullanılan tarafsın. “Bir varmış, bir yokmuş” sevdalarının kayıp kahramanısın. Aynı kalacak sandığın yaşının, hızla terk ettiği zamanın mahkûmusun. Yitirdiğin samimiyetin, gösterişli sahte suretlerinde yalnız kalmışsın.
Dik tuttuğun başın, dikine giden düşüncelerinin bedelini hep acıyla, acınarak ödeyensin.
Varlığında yokluğuna alıştırdığın insanlar, bir daha varlığını umursamayacak… Gördüğünü sandığın gelecek, geçmişten ders almayarak heba edilecek… Gencecik bedenin, yaşlı ruhunun son nefesine yaklaşırken…
Herkesi kötü ilan edip, kendi hikâyesinin iyisi olmayı beceremeyensin.
Onlarca kurulan cümlenin gizli öznesi bile olamayacak kadar kayıpsın. Kendi hayatını tam anlamıyla yaşamaktansa, hep başkalarının hayatlarını taklit edensin. Olmadığın kişiliklere bürünerek, kendine yabancılaşan kişinin ta kendisisin.
Tanıyanların hatırlamadığı, hatırlayanların tanımadığı bir unutulansın.
Kapanması için uğraştığın kapıların yitirilmiş anahtarısın.
Hayata çabasız kalmışken, bir dalın peşinden bunca cümleyle seni anlatmaya çalışmak, dönüştüğün hiçliğe, kaybedilişin azametli örtüsüne, acıta acıta gidişine alışır insan…
Ve bir daha da açılmaz o kapı.
Ve unutma…
Bazı kapılar yalnızca içeriden açılır.