İnsan psikolojisi söz konusu olduğunda çoğu zaman akıl, zihin, zeka, ruh sağlığı ve ruh hastalıkları gibi soyut kavramlar dile getirilmekte ve tartışılmaktadır. Fakat bu yazımızda genelde göz ardı edilen oysa sanılanın çok daha ötesinde insan psikolojisinde önemli bir yeri olan beden kavramına değineceğiz.
Öğrendiğimiz İlk Dil
Cildimiz, kaslarımız, kemiklerimiz, iç organlarımız, duyu organlarımız… Hepsi bizim hayat maceramıza ilk başladığımız günden beri hatta ana rahminden beri sürekli gelişen ve değişen parçalarımızdır. Öyle ki daha dilimizi kullanamadığımız o bebeklik günlerimizde bizim bütün duygu, istek ve ihtiyaçlarımızı ifade etmemize yarayan ilk iletişim araçlarımızdı. Karnımız acıktığında, altımızı ıslattığımızda, bir yerimiz ağrıdığında yahut acıdığında ağlayarak, kızararak, tepinerek veya bağırarak çevremizdekilere bir şeylerin yolunda gitmediğini bedenimizle anlatmaya çalışıyorduk adeta. Şayet ebeveynlerimizin sallayarak, besleyerek veya bizi uyutarak söz konusu dertlerimize derman olduğunu da göz önüne aldığımızda, hayat serüvenimizde karşımıza çıkan sorunlarla baş etmede ilk öğrenimlerimizi kazandığımızı söyleyebiliriz.
Tüm hayatımız boyunca kendimizi ifade etmeye çalıştığımız ana dilimizden bile önce öğrendiğimiz ve ilk yıllarımızdaki deneyimlerimizden hareketle kullanışlı bulduğumuz ‘’beden ile konuşmayı’’ birden unutuyor olabilir miyiz yoksa bu kullandığımız ilk iletişim aracını hala kullanmaya devam ediyor olabilir miyiz?
Bedenimde değil ruhumda sızı.
Yaşamımız boyunca deneyimlediğimiz olumsuz olaylar, karşılaştığımız acı verici meseleler ve bunların sonucunda bizi derinden etkileyen duygu ve düşüncelerle zaman zaman karşılaşmak ve mücadele etmek zorunda kalmaktayız. Bu istenmeyen duygu ve düşüncelerle baş etme biçimlerimiz de elbette kişiden kişiye değişiklik göstermektedir. Ancak her baş etme stratejisi maalesef her zaman başarılı veya işlevsel olamamaktadır. İşte bu işlevsiz/düşük işlevli baş etme stratejilerinin başında gelen, halk arasında ‘‘içe atmak’’ olarak dile getirdiğimiz yolu seçtiğimizde, yani biz konuşmadığımızda bu sefer bedenimiz bizim yerimize konuşmaya başlamaktadır.
Psikopatolojik açıdan bakacak olursak günümüzde bedensel belirti ve ilişkili bozukluklarla karşılaşabilmekteyiz. Bunlar DSM-5 tanı kitabımızda;
- Bedensel belirti bozukluğu
- Hastalık kaygısı bozukluğu
- Konversiyon bozukluğu
- Yapay bozukluk olarak sınıflandırılmaktadır.
Fakat konuya yalnızca hastalık/bozukluk çerçevesinden bakmamızda herhangi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Günlük hayatınızı şöyle bir incelediğimizde aslında bedenimizin bize bir şeyler söylediğini veya bazı şeyleri dile getirmektense onları bedenimiz aracılığıyla ifade ettiğimizi anlayabilmekteyiz. Özellikle stres altında olduğumuz kaygı, endişe ve korku duygularının hakim olduğu koşullarda vücudumuzun verdiği baş dönmesi, mide bulantısı veya karın ağrısı sıkça karşılaştıklarımız arasındadır. Bununla beraber olumsuz duygularımızın yoğun olduğu dönemlerde genelde sırt, bacak ve eklem ağrılarının meydana gelmesi verilebilecek basit örneklerdendir. Daha önce belirttiğimiz gibi konumuza sadece bedensel şikayet veya hastalıklar olarak bakmak bakış açımızı daraltacaktır.
Önemli bir iş görüşmesine veya randevuya hazırlanırken aynada harcanılan vakitten, özellikle ayrılık acısından muzdarip bireylerin spor salonlarında vücutlarını geliştirmeye kendilerini adamalarına, hatta dünyanın bir numaralı mankenlerinin durmaksızın sayısız estetik ameliyatına girmelerine kadar bedenimizle iç dünyamızın ilişkisini gözlemlememize yarayacak sayısız örnek yaşamımızın her yerinde bulunmaktadır.