Yıllardır dolapta, bir kutunun içinde, sessiz sedasız, karanlıkta öylece bir gün kullanmayı bekliyorum. Neden benim hiç farkıma varmıyor? Oysa ipek kumaştan, harika bir fularım ben. Çok uzun aman önce, uzak doğuya giden bir arkadaşı getirmişti beni onun için. Çok beğendiğini söylemiş ve teşekkür etmişti ona. İçten bir şekilde, sarılmış, “Tam aradığım renklerde, bunu nereden buldun?” demişti. Sonrasında bir kere bile boynuna takmadı beni. Üzülüyorum artık. Sırayla kutunun içindeki bütün eşarplar, şallar, fularlar kıyafetine göre boynuna dolanıyor da bir tek ben öylece bekliyorum. Fularlar ve eşarplar arasında gizli bir çekişme var. Her hafta hangilerinin takıldığının hesabını yapıyorlar. Bana bakıp, “Zavallı” der gibi burunlarını büküyorlar. Çok fenalar çok…
Arada bir o kutunun içinde yer alan eşarpları, fularları ve şalları tek tek çıkartıyor, ütülüyor, temizliyor ve pırıl pırıl bir şekilde, kullanıma hazır yeniden kutuya yerleştiriyor. Çok titizdir. Hiçbirinde bir tek kırışık bile olsun istemez.
Genelde giysileri ile uyumlu renklerde mutlaka bir eşarbı olur boynunda. Yakıştırır da. Eşarbını boynuna dolamadan parfümünü de sıkar. Garip bir parfüm zevki vardır. İki parfümü birbirine karıştırıp, birini sağ, birini sol eliyle sıkar. Çok değişik kimselerde olmayan bir koku yayılır etrafa. Asla rahatsız etmez çevresindekini ama kokudan hemen anlaşılır oradan kimin geçtiği.
Bir gün mutlaka benim de farkıma varacak, eminim, biliyorum ve bekliyorum. Bazen düşünüyorum da “Ya hiç beni kullanamadan giderse bu dünyadan?” Ondan sonra ne olur bunlar? Kızı da yok ki değerlendirsin. Hepsini dağıtıverirler. Belki bir iki tanesini eşi dostu alırlar, geri kalanlar kim bilir kimlere gider.
Yazık değil mi yani? Bence, her alınan eşya kullanılmalı. Eğer kullanılmayacaksa da alınmamalı. Aman, beni duymuyorlar ki… Sabahın ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başladı. Dolabın kapağının arasından hafif bir ışık huzmesi aydınlatmaya başladı. Bugün ilk defa dolabı açtı, uzun bir süre sonra, doğruca benim bulunduğum raftaki kutuya uzandı. Dudaklarında mırıldandığı bir şarkı, gözleri ışıl ışıl, kıyafeti harika. Sade, düz, siyah bir etek, beyaz bir saten bluz, yine eteğin kumaşından diktirilmiş olduğu belli klasik nefis bir ceket. Ay öyle de yakışmış ki…
Parfüm de sıkılmış, yasemin ve leylak kokusu bir arada bu kadar yakışır mı insana? Yakışmış, yakışmış, hem de nasıl! Kutudan çıkardı, elleriyle hafifçe okşadı ve benimle konuşmaya başladı:
“Nihayet seni kullanma vaktim geldi. Bugün nereye gidiyorum biliyor musun? Bilmiyorsun tabii, nereden bileceksin ki? Bugün benim için kaç türlü sevinç var. Birincisi, oğlum geliyor, yurt dışından. Önce onu karşılayacağım. Ayrıca da bugün iş yerinin düzenlediği toplantıda terfi almamın şerefine bir konuşma yapacağım ve sonrası mı? Nihayet romanım bitti ve oradan doğru yayın evine gideceğim. İmza günüm var. Kaç yıl uğraştım biliyor musun o kitapla? Ama bitti! Sonunda! Hep bugünü beklemiştim seni kullanmak için. Arkadaşım da gelecek imza gününe. Belki de merak ediyordur, neden getirdiği eşarbı hiç kullanmadım diye. Ama bugün anlayacak!”
Fularını değişik bir şekilde bağladı, sevgili annesinden kalan broşu üzerine iliştirdi. Aynaya baktığında gördüğü görüntüden çok hoşnuttu. Şimdi sıra bugünün tadını çıkartmaya gelmişti. Hafif topuklu siyah ayakkabıları ayağında, zarif, askılı çantası omuzunda, eşine “Ben Hazırım, Hadi çıkalım artık…” diye seslendi ve birlikte neşeyle çıktılar.
Ben mi? Ben çok mutluydum, nihayet, hem de bu kadar önemli bir gününde bu özel kadının boynunda ben vardım. Etrafı neşeyle süzmeye başlamıştım bile. Diğer eşarplar ve fularlar, dolapta kaldıklarına üzülerek, eminim kıskançlık içinde beni çekiştirmeye başlamışlardır. Boş ver, ne derlerse desinler… Bugünü benden kimse çalamaz ya…