Sonunda çareyi gitmekle buldu
Yalnızın biriydi
Göç etti dersin…
Ömer Faruk GÜNEY
(Murat Göğebakan “Göç” Şarkısı)
“Kara” diyerek düşüp bayıldığı yerden sıçrayarak kalktı Halis. Az ileride yan yatmakta olan atını görünce rahat bir nefes aldı ve nefesini verirken “Ah be oğlum” dedi, “Yani ne gerek vardı, durup dururken öyle hızlanmaya?”
Sonunda yattığı yerden kalkan Halis önce üstüne başına, sonra da eline koluna baktı. Hatırı sayılır bir sıkıntı yoktu. Sadece ellerinde hafif sıyrıklar vardı ama o toprakla çalışırken nasır tutmuş yaşlı ellerinde oluşan küçücük sıyrıkları bulmak için oldukça dikkatli bakmak gerekiyordu. Kendi hasar tespiti bittikten sonra çok hafif sekerek atının yanına ulaştı ve öncelikle atının yüzünü iki elinin arasına alıp yanağını öptükten sonra yanağını okşarken az önce söylediklerini yüzüne karşı tekrarladı. Hafif bir gülümseme ile boynundan başlayarak sırtında ellerini gezdirirken güler yüzüyle sitemlerine devam etti.
Sonra bir anda gözüne takılan görüntü ile beyninden vurulmuşa döndü. Kapkara renkli atının sol ön bacağında derisini yırtan bembeyaz bir kırık kemik sanki Halis’in de derisini yırtıp etini parçalamıştı. Üzerine gelen hafif bir titreme sonlanırken bir anda bir çift gözyaşı yanaklarından hızla süzülüp atın sıcak derisine düştü.
Bir süre sonra kendine biraz geldiğinde hafifçe toparlandı. Kaldığı yerden Kara’sını okşayıp sevmeye devam etti. Gözyaşları istemsizce dökülürken onu sevmeye birkaç dakika daha devam etti. Sonrasında kulağına yanaşıp fısıltıyla karışık konuştu:
“Sen hiç korkma Karam, bir eve uğrayıp geleceğim, sen burada sessizce beni bekle olur mu?”
Burnunu çekip atın yanından biraz uzaklaşıncaya kadar olacakları aklından bile geçirmedi. Ama olacakları biliyordu. Bacağı kırılan atlar vurulurdu. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin buna kesin bir çare bulamamışlardı. Yani çare vardı tabii ama kırığa yapılan müdahale sonrası atın yatarak iyileşme süresini geçirmesi gerekiyordu. Atlar öyle hayvanlar değildi. Normal bir günde bile 3-4 saatten fazla uyumayan hayvandan günlerce, haftalarca yatıp dinlenmesini beklemek ne kadar beyhudeydi. Zaten bedenleri de bu yatma süresini kabullenmeyip başka başka arızalar çıkarırdı. Kaldı ki bir süre dinlenip iyileşse bile ayaklarının üzerinde durabileceğini anladığı ilk andan ayaklanıp bütün tedavi sürecini baltalarlardı. Yani bacağı kırılan bir atın iyileşmesi neredeyse mucizevi bir olaydı.
Peki, kim vuracaktı ihtiyar Kara’yı? Normalde iki veterinerden izin alınarak zehirli bir iğne ile uyutulurdu ama… Ama Halis bir kere “Fareler ve İnsanlar”ı okumuştu. Ve dostunun daha fazla acı çekmesine kendisi izin vermeyecekti!
Yine onu dinlemeyen gözlerinden yaşlar süzülmeye başlarken o da Kara’nın ilk doğduğu günü hatırladı. O zaman küçük oğlu ne kadar da heyecanla doğmasını beklemişti. Doğumdan sonra beceriksizce ayağa kalkmaya çalışan tayı izlerlerken de “Baba, kömür gibi değil mi? Hem kapkara hem de çok parlak. Adı “Kara” olsun mu?” diye sorunca “Olsun tabii oğlum!” deyivermişti. Şimdi küçük oğluna bu haberi verdiğinde kim bilir ne kadar üzülecekti? Acaba vermese miydi? Yani vermese ne zaman haberi olurdu ki? Belki köye gelinceye kadar saklayabilirdi. Hatta son köye geldiklerinde çocuklarıyla o koşuşturmanın içinde hiç ahıra gidip onu görmüş müydü ki?
Ve sağa doğru birkaç adım daha atınca yolun sonunda ev göründü. Bu arada aklına başka bir şey geldi. Peki, atını vurduktan sonra ne olacaktı? Öylece ormanın içine doğru iteleyip kurda kuşa yem olmasını mı bekleyecekti? Bu pek içine sinmedi. Belki baytarlara haber verince ona yol gösterirlerdi ama o bu yolu da tercih etmeyecekti. Belki de uygun bir yere gömerdi eski dostunu. Peki, yaşlı vücudu bir günde bu kadar hareketi kaldırır mıydı? Belki de birinden yardım istemesi lazımdı ama yok… Bu düşünceyi hemen aklından attı. Kimseye yük olmak istemiyordu. Ne gerek vardı ki öyle birden hızlanmasına? Gerçi eskiler ölümden önce son bir dinçliğin geldiğini söylerlerdi. Belki de Kara da içinde o dinçliği hissedince yıllardır geçtiği aynı yolda son bir kez özgürce koşturmak istemişti ama işte bir anda artık neye takıldıysa…
Sonunda evin kapısından içeri girince karşısına çıkan aynada kendisiyle karşılaştı. Gözleri ister istemez aldığı son kemoterapi sonrası yeniden çıkan ama iyice seyrek çıkan saçlarına takıldı. Sağ eliyle saçlarını birkaç kere toplamaya çalıştıktan sonra “Belki de sonrasını düşünmeye gerek kalmaz!” dedi. Hızlıca yatak odasındaki gardırobun alt çekmecesinden tabancasını alıp cebine soktu. Sonra az önce aklına düşünceyi desteklemek için tabancayı çıkartıp şarjörüne baktı. Şaka mıydı bu? İçinde sadece bir kurşun vardı! Mutlaka başka kurşunlar da olmalıydı. Önce yatak odasını sonra mutfağı ve diğer odaları didik didik aradı ama gerçekten de fazladan bir kurşun bile bulamadı! Hayat ona son bir şaka mı yapıyordu?
Sonunda tek kurşunu kabullenip evden çıktığında aklına gelen düşünceyi değerlendirmeye başladı. Evet, dostunun acı çekmesine izin vermeyecekti ama kendisinin çekmesine gerek var mıydı? Geçen hafta gittiği kontrolde yıllar önce kurtulduğu kanserin tekrar nüksettiğini öğrenmişti. Hem de bu kez çok hızlı bir yayılma geçekleştirmişti. Doktoru hastaneden ayrılmamasını istemişti ama o biraz düşünüp tedaviyi reddetmişti. Bu olayı hastaneden çıktığı gibi unutmuştu sanki. Kendi kendine bile uzunca düşünmemişti. Onun için oğlanlara da söylememişti. O anda aklına yine kendisi gibi tedaviyi reddeden bir şarkıcı gelmişti. Onun hikayesi şarkıcının gibi hareketli değildi. O eşinin ihanetiyle yıkılmıştı. Halis’in eşi ise daha ilk teşhis konulmadan yıllar önce köyün mezarlığındaki yerini almıştı. İlk tedavi sürecini tamamını şehirdeki oğlunun evinde geçirmişti. Allah’ı var ki ne o, ne eşi, ne de çocuklar ona onun kendini hissettiği gibi yani bir yük gibi davranmamışlar ve öyle hissettirmemişlerdi ama Halis bu duygudan kurtulamıyordu. Hayatı boyunca kimseye yük olmayı istememişti. Oğlu bile olsa bunu bir daha istemiyordu. Ne olursa olsun hele de o güzel torunlarının kendisini düşündüklerinde yan odalarındaki travma olmasını istemiyordu. Evet, her şeye rağmen ilk maçta sahaya çıkmıştı ve maçı kazanmışlardı ama ikinci maç olmayacaktı.
Şimdi kafası bir yandan netleşip bir yandan da iyice karışırken cebinden çıkardığı tabancaya bakıp tekrar yerine soktu. Tek kurşun hem Kara hem de onun için yeterli değildi. Bu durumda yapacağı birkaç şey kalıyordu.
Belki de bunu bir işaret olarak görmeli ve tek kurşunu da havaya sıkmalıydı. Böylece zor da olsa tedaviyi denerler, dostuna daha kaliteli bir yaşam olmasa da bir süre daha yaşama şansı vermiş olurdu?
Ya da belki o tek kurşunu kendisinde kullanarak oyundan kaçak bir çıkış yapardı. O saatten sonra dostunun acı çektiğini görmezdi. Hatta dostu da onun acı çektiğini görmezdi. Evet, belki son kez onları bulan insanlara bir yük olurlardı. Yani ya da iki yük… Ama bir kereye mahsus bir şey olmazdı belki de! Hem yük olduklarını kendisi de hissetmeyecekti!
Sonra yavaşça atına yaklaşırken, kafasını bulandırmadan yapmaya geldiği şeyi mi yapmalı ve işe kendisini katarak da olsa işi sulandırmamalı mıydı? Yani kendisi için seçtiği yolu da acıysa acısını da çekerek bitirmeliydi belki de. Yani alacağı bir nefes daha dahi olsa Yaradan’a karşı gelmese daha iyi olmaz mıydı?
Ya da tek kurşunla ikisinin de sorunu çözülebilir miydi? Yavaşça Kara’yla yüzlerini yan yana getirse ve tabancayı kendi şakağından sıksa son yolculuklarına da beraber çıkmak hoş olmaz mıydı?
Yanına vardığı atının yanına yavaşça çöktü ve kulağına sokulup “Geldim Karam, geldim güzel atım, geldim kadim dostum” dedi ve gitmeden olduğu gibi sağ eliyle sıvazlamaya devam etti.
Sonunda kafasında dönüp duran dört seçenek arasındaki kavga bitti. Hafifçe acılı bir tebessüm kadar bekledikten sonra tetiğe bastı.