İnsan en çok ne zaman kırılır? Ya da neye kırılır? Kalp midir kırılan yoksa ruh mu? Peki ya akıl? O hiç kırılmıyor mudur?
Bu soruları kendine sorduğunda, birçok cevap verebilirsin. Peki ya hiç düşündün mü, sen izin vermediğin sürece seni hiçbir şeyin kıramayacağını, üzemeyeceğini… Çevremizdekilere bir çuvalın içindeki paraları hunharca saçar gibi dağıttığımız o değerleri, kendi başımızdan aşağı hiç döküyor muyuz? ‘’O kırılmasın, bu üzülmesin aman ayıp olmasın, büyüklük bende kalsın ‘’ diye diye kendimize kala kala bir toz tanesi kalıyor. Sonra ne oluyor? Kocaman bir kalabalığın ortasında aniden çırılçıplak kalmış gibi en ufak negatif sözde savunmasız kalıyoruz ve bunu çoğumuz fark edemiyoruz bile. Ta ki bam telimize küstahça basılana kadar! Bir an oluyor. Kendinin bile aslında hiç beklemediğin an geliveriyor. Tüm o hunharca dağıttığın değer destelerinin aslında, önce kendi başından aşağı boca etmen gerektiğini anlıyorsun.
Senin sınırlarını ihlal eden, sadece alan ama vermeyen kim varsa ‘hop! Orada bir dur!’ dediğin an, kendine olan güvenin de saklandığı yerden gün yüzüne çıkıveriyor. Hiç kimse çok iyi değil bu hayatta. Belki çok kötü de değil. Hırsı ve egosu ile savaşmaya üşenip direkt mağlubiyeti kabullendiklerinden belki bu değer bilmeyiş. Zamanla kendine verdiğin değer arttıkça etrafındaki gereksiz insanların azaldığını göreceksin. Aslında olmasalar da oluyormuş değil mi? Zaten ‘olmazsa olmaz’lar en sevdiklerindir. Ailendir. Gerisi ise karşılıklı değer ile mümkündür.
Belki ilginç gelecek ama bir süre sonra günlük yaşamda en sevdiklerin de dâhil. Birinden gelen en ufak kırıcı söz ve davranış oklarına karşı gardını anında alıyorsun. Kendi özünü geliştirdiğinde ve önce kendini çok sevdiğinde, o okların hiç biri sana isabet edemeden geldiği yere geri dönüyor. Ve bunu tüm asaletinle, özgüveninle, dik duruşunla yapıyorsun. Kendine duyduğun saygı, etrafını bir zırh gibi sarıyor ve gardın yine sen oluyorsun.