Bir gün bir adam bir yalnızlık hissetti. Elindeki kitabı usulca bıraktı masanın üstüne. Gözü arka kapaktaki yazıya takıldı: “Susarak unutmayı, yaşayarak alışmayı, güvenerek aldanmayı ve severek kaybetmeyi öğrenmiş her insan için yalnızlık dert değil sadece zevktir” diyordu yazar. Gerçekten böyle mi düşünüyordu yoksa okuyan kendini iyi hissetsin mi istiyordu bilinmez. Ama bakış açısının gerçekliği de su götürmezdi.
Bu aslında acının tarifi, öğrenilmiş çaresizlikle karışık bir teslimiyetin dile dökülmesi gibiydi. En zor acı, tesellisi olmayan acı. Kime ne diyeceksiniz, ne anlatacaksınız? Hangi yitiğin yerine neyi koyacaksınız, kimden yardım isteyeceksiniz, hayatı yeniden mi dizayn edeceksiniz?
Yaraları iyileştirmeyi değil, onlarla yaşamayı öğretiyor hayat. Yaralar bitsin istemiyor çünkü onlarla besleniyor. Çünkü acının kutsanmış cazibesine kapılacağımızı biliyor. Çünkü kurtarılmış bölgeler kendine dikenli telleri siper ediyor. Dikenler acıtmıyor, kanattığı herkesi kan kardeşi yapıyor. Çünkü yaraları kardeş olan kalpler yoldaş oluyor. Birbirine can oluyor, canan oluyor. En nihayetinde varlığını tamamlayıp insan oluyor. Çünkü herkes bir başkasının eksiği, bir başkasının yarımı. Ne zaman tamamlanıyor, o zaman insanlığını buluyor.
Ne diyordu şair? “Karşılaştığınız herkes kendi içinde bilmediğiniz bir savaş veriyor. Nazik olun, daima.” Herkesin yarası kendi içinde çünkü. Herkesin yalnızlığı kendine. Her şekli yıkıcıdır acının. Herkes farklı yaşar. Acı yarışılmayacak kadar özeldir çünkü. Kimsenin acısı benzemez kimseye.
“İster şarkı söyleyin, ister ağlayın. Yaşayacağınız hayatın süresi değişmeyecek,” diyordu ya şair. Biz sırtımızı acılarımıza yaslayalım ama unutmayalım; hak edilmiş şımarıklık, mutluluğun kalpten taşan kısmıdır. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin. Kararınca gülmeyi seçelim, olur mu?
Hiç gidesi yokken bir gün, bir adam ve bir yalnızlık el ele verip yürüdü. Siz öyle dersiniz, hiç gidesiniz yoktur. Ama bazen yol çağırır insanı; bazen bir davetin karşı konulmaz cazibesi, bazen uzak bir şehrin fısıltısı. Bir bakmışsınız düşmüşsünüz yola. Yaşadıklarımızdan yola çıkarak yorumlarız hayatı. Hele çıkalım yola, yaşayacaklarımız belki fikrimizi değiştirir.
Hani diyordu ya şair: “Hayat bir oyun; yaptıklarımızı geri alamayız ama bir sonraki hamlemizi iyi seçebiliriz.” Hele bir düşelim yola, miktarınca yürüyelim, olur mu?
“Kalbinin ziyası neyse, onunla meşgul olmak; kalbini çiçeklendiren her kimse, onun sohbetinde bulunmak; kalbine ne iyi geliyorsa, onunla hemhal olmak istersin. Çünkü kalp ince işler fakültesi.” diyordun ya şair. Aşktan ikmale kalmış kalbim, ilk görüşte aşktan terk. Bana kalbini verir misin? Bende bir kalp atmayalı çok uzun zaman oldu. Belki seninki ikimiz için atar da bitiririz fakülteyi.
Aşk sınıfta, kalp ortada, güzel sözler şiirde kalıyor. Şiir, içinde mesaj olan bir şişenin okyanusa bırakılması gibi. Sizinkine rastlayan şanslı benim. Hiç kendini yorma şair. Arafta kalmış aşkların şiiri de arafta kalıyor. Ne gül bahçesi vadediyor ne de ümitsiz bırakıyor. Yaşayana da yazana da okuyana da zor oluyor. Sınıfta kalmış aşkın diploması da olmuyor. Bitmeyen fakültenin duvarına bir gün bir adamın bir yalnızlığı asılıyor. Aşk bir filmse, senaristi de yönetmeni de oyuncusu da aşktır. Kendi yazar, kendi oynar. Âşık film bitince kalkıp gidiyor. Bir yalnızlık bir adamda bir ömür kalıyor.
“Sakın pencerelere inanma bayım. Geceleri hepsi ayna oluyor,” derdin ya şair. Bir gözü içine, bir gözü dışına bakar insanın. Biri yangın yeri, biri bahar bahçe. Dıştan bakınca kendini, içten bakınca beni görürsün. Ben ne mi görüyorum? Hayal gibi, rüya gibi gördüğüm. Rüyalarda kaldıkça çözülmüyor kördüğüm. Çünkü görmek de yetmiyor.
Ömür dediğin, yağmuru pencerenin ardından izlemek gibi. Yağmur bittiğinde gördüğünle kalıyorsun. Yağmur sonrası toprak kokusunu görmekle alamıyorsun. Çok istesen de alamıyorsun. Çünkü, “Çok isteyen değil, bedelini ödeyen sahip olur,” dedi şair.
Derdin ya şair.
Hani diyordun ya şair.
Ne diyordun şair?
Sahi, ne diyorsun şair?
Sen bu satırları yazarken ben başka bir şehirde ölmüşümdür belki.