Bir İhtiyarın Güncesi

Leyla Çağman Eşen 385 Görüntüleme 1 Yorum
5 Dak. Okuma

Gün, vadinin üzerine kızıl bir perde çekmiş, geride sessiz bir veda bırakarak son demlerini gül pembesi bir yansı ile çekiyordu yavaş yavaş. Loş bir karanlık, terkedilmiş uzak kırlara doğru akmaya hazırlanıyordu. Belli ki o ıssız tepelere derin bir hüzün kurulacaktı. Köyün git git bir türlü varılamayan dağlarında ise daha da yüce bir yalnızlık vardı. Fakat asıl hüzün o kimsesiz vadileri ikiye bölen uzun ince yoldan gelen karaltıdaydı. Gittikçe yaklaşan o karaltı insan ömrünün tenha diliydi.

Git gide belirginleşiyordu; kamburu çıkmış bir ihtiyardı bu. Kederli bir sessizliği getiriyordu beraberinde. Köyün içine doğru giriş yaptı. Camii yolundan ilerlemeye devam etti. Birazdan camiden hoş bir sadâ yükseldi. Akşam ezanı okunuyordu. Ses, köydeki evleri okşayarak, etraftaki tepelere doğru git gide azalarak uzaklaşıyordu. İhtiyar, iki, üç saniye kadar durdu ve ezana karşılık verdi. Etrafa insanın varoluşunu anımsatan hüzünlü bir seremoni aktı. İhtiyarın alnına dökülen saçlarının beyaz tellerinden ise derin bir huşu…

Namazgaha vardı. Cemaate katıldı. Kıyama durdu, kamburlu beli iyice bükülmüştü. Kapısına geldiği sultanın merhametine sığındı ruhu. Geldiği şehrin yakınındaki bu ufak beldede hazin geçen bir ömrün adanmışlığıyla okuyordu duaları.

Camiden birer birer çıkmaya başladı millet. Hafif bir esinti karanlığın içinden akarak geldi ve ihtiyarın beyaz saçlarını tel tel ayırdı, saçlarının seyrekliği yakından bakınca daha da belirginleşiyordu. Rüzgâra gülümseyerek karşılık verdi ve titreyen elleriyle düzeltti arkaya doğru. Hayat, uzunca bir kayboluştan sonra varoluşla karşılamıştı onu. İlerlerken karşılaştığı kişilere de başını eğerek küçük bir tebessümle selam veriyordu. Köy yolundan ilerlerken hemen yakınlardaki evlerden yemek kokuları geliyordu. Acıktığını o zaman anladı.

….

Hanımı köyün dışında kalan evlerinde, pencerenin önünde durmuş, ihtiyarın yolunu gözlüyordu. Yine karanlığa kalmıştı. Başıboş köpeklerin sesleri de geliyordu uzaklardan. Tam da bu saatlerde yol keser ah o kötü eşkıyalar. Toplu halde gelene geçene havlar hatta parçalarlardı maazallah. Bu ihtiyar da alışkanlıklarını hiç bırakmıyordu, illa ki geç saatlere kalacaktı. Puslu camdan da sanki bir haber getirecekmiş gibi bakıyordu tepeleri ikiye bölen o uzun ince yol. Gökyüzünde bir bir belirmeye başlayan yıldızlar, dolunayın huzur veren yüzüne ışıltı katsa da buruk bir veda yine de geceye dolmaya başlıyordu. Bu, gecenin insana anlatmak istedikleriydi. Nihayet dolunayın aydınlattığı gecede, tepelerin, ovaların arasından kıvrıla kıvrıla gelen yolda, yaklaşan bir karaltı görünmeye başladı.

……

Ayakkabılarını kapının dışında çıkarıp hanımına selam vererek eşikten içeriye adımını attı kamburlu ihtiyar. Umudunu yitirmiş bir yaşama, umutla bakmaktı asıl mesele. Zira ninenin, ışıltısını kaybetmiş, küçük, siyah gözleri kederliydi. Hayatı çaresiz bir kabulleniş içinde gibiydi. Vakar ve teslimiyet ile baksa da kamburlu ihtiyar, ne çare… İnsan en temel gereksinimi den yoksun olursa hiçbir şey anlamlı gelmiyordu.

Beyaz bir güvercin, bu, yıkık, dökük, harabe duvarların çatlaklarından içeriye, yoksulluğu getirmişti. Hayat yalnızlık çölünde giriftar bir sızıydı bu evde… Ninenin yüzündeki soğuk ifade, zamanında sahip olabilecekleri zenginliğe karşın şimdiki yoksulluğun, neresinin deruni hazinelere götürdüğünü sorguluyordu. Hayat arkadaşı, yoldaşı onu bu kıraç hayata neden mahkum etmiş ve kendisi neden onca yolu bu dervişle gelmeyi kabul etmişti. Ruhunun istediği buydu demek. Aşk ruhun arzuladığına götüren çileli bir yoldu demek…

İhtiyara takıldı oturduğu kanepede ninenin gözleri. İçinde biriken bir bulut vardı. Gözyaşı damlaları hayatın kurak çöllerine taşkın bir pınar gibi akacak ve umut olacaktı. Kurumuş, buruşmuş dudakları, iki laf edecekti hayat arkadaşına, lakin susmayı yeğledi. Mevsim sonbahardı ve öyle görünüyordu ki hep o mevsimde kalacaklardı.

“Umutsuz olma!” dedi kamburlu ihtiyar yoldaşına, “öyle sanıyorum ki yiyecek bir şey yok.” Bakışlarında açlığa dayanan güçlü bir duruş vardı. Sevgiyle bakan buruk gözleriyle nine: “Evde yaptığım ekmekten var, az de peynir. Her şeyleri verdin herkese. Bir şeyimiz kalmadı.” dedi umutsuzca.

Doğruldu uslanmaz ruh yerinden, insanın virane şehrinden gelmişti. Karanlığı cezbeden ışıkları vardı kalbinin. İnsanın iki penceresi olduğunu söyledi. Gözleri… Gözleri insanın! Kamburlunun ise cezbeden bir parıltı aktı gözlerinden. Uhrevi bir hayata götüren şavk vuruyordu yüzüne şimdi de… Hayat her renkte serpilmişti lakin o toprak rengine tutkundu. Ve eğer gönül onu seçtiyse adı aşktı onun. Aşk, acı dolu bir kadehti, bir pür çileydi.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version