Nâr, ayva, erik, dut, kiraz, asma üzüm…
Bir de misket, yakan top, saklambaç ve evcilik oyunları vardı.
Kimin kapısında acıkırsak orada doyardı karnımız.
Mis gibiydi hayat herkes için. Anneler hafif, çocuklar özgürdü.
Çocukluğunu en keyifle geçiren, en şanslı kuşak; bizim kuşaktır… Sokakta özgürce büyüyen son nesildik biz… Minik güzelliklerin değerini bilmiş; samimi insan ilişkileri içinde yetişmiş, herkesin aynı filmi, aynı kanaldan, aynı saatte izlemesiyle büyümüş, hep beraber pötibör bisküvi yiyip siyah önlük giymekten gocunmamış; en büyük lüksü kokulu silgileri olan; gazoz kapağı ve peçete biriktirmesiyle gurur duymuş ve birbiriyle rekabet etmek yerine; gücünü birbiriyle dayanışma içerisinde olmaktan almış 80’lerin çocuklarıydık biz…
Ben de son yıllarda daha da çok özler ve anar oldum o yılları. Samimi insanların kocaman bir mahalle ortamında yaşar gibi “paylaşmayı” iyi bildiği o günleri yeniden anlar ve bizim çocuklara anlatır oldum…
Türkiye’ye yeni gelen birçok şeyi ilk tadan; (yeni oyuncaklar, dondurma ya da hamburgerler gibi) ve aynı anda bazı şeylerin de sonunu yakalayan (siyah önlük, ilkokul 5’ten sonra sınava girmek ya da acele etmeden yaşanan tek kanallı ve trafiksiz bir hayat gibi) son nesildik biz. Son taze meyveleri biz yedik. O ağaçlar ve meyveler birer birer azaldıkça özgürlüğümüzden de çalındı sanki.
Telefon denen aletin evlerde yeni yeni ve tek-tük var olmaya başladığı o yıllarda; insanlar birbirleriyle gerçekten iletişim kurardı. Günümüzdeki sayısız imkanlar arasındaki ’imkansızlığın’ tam aksine; o yıllarda çok daha kocaman bir paylaşım duygusu vardı.
Tam da şimdi oğlumla kızımın olduğu yaşlardaydım. Bilgisayarlarımız, tabletlerimiz belki birçoğumuzun kendisine ait odası bile yoktu. Hele internetin zaten adı bile yoktu. Ama sakızlardan çıkan basit mini-kartlarla kaldırımlarda oynamak vardı; rengarenk boyalarımız, kan kardeşlerimiz, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, hasretliklerimizi yazıya döktüğümüz duygu yüklü mektuplarımız vardı. Art niyet yoktu. Lunapark ‘ta çarpışan otomobiller için sıra beklemek; yeşil alanlarda bezden bebeklerle tencere tabakla oynamak, akşam sefalarını ezip meyve suyu yaptığını sanmak vardı. Aldığımız şeyin değerini bilerek gece yatağın başucuna koymak vardı…
Çocuklar doğduğunda telefon başvurusu yapılırdı. Telefon sırası 8-10 yılda gelirdi. Telefonun ve radyonun üzerine dantel örtü konurdu. Okul açılacağı zaman Sümerbank ayakkabıları alınır, çok özel modeller için ise bayramı beklememiz söylenirdi.
Hatırlı bir kişiden çok güzel bir oyuncak araba veya bebek geldiği zaman, bozulmaması için kaldırılır, bize verilmezdi. Uzunca bir süre biz ona; o da bize bakakalırdık.
Genellikle herkes Pazar günleri yıkanırdı! Banyolar yapılır çamaşırlar hep aynı gün yıkanırdı. Sokaktan, yoğurtçu, yorgancı, kalaycı, bozacı, dondurmacı, eskici hatta ayakkabıcı geçerdi. Herkesin en güzel ve en büyük odası misafir odası olarak ayrılıp kapısı kapatılır; tüm aile küçük bir odaya tıkılıp esas hayat orada geçirilirdi.
Sinek ilaçlayan aracın peşine Fareli Köyün Kavalcısı gibi takılan çocuklardık biz…
Yaz Keyfi Ayrı; Kış Keyfi Ayrıydı
Sokakta, bol temiz havada ağaca çıkar, bilye, ip atlamaca, körebe, aldım verdim, seksek, aç kapıyı bezirgân başı, yakar top, saklambaç, sessiz film, istop, tilki tilki saat kaç ya da elim sende… oynar; yollara tebeşirlerle çizgiler çizer, ondan da canımız sıkılırsa dizip taşları üst üste beştaşa geçerdik… Bu böyle hava kararıp da annelerimiz koro halinde balkonlardan bize seslenmeye başlayana kadar sürerdi.
‘Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek’ bir teklif değil, bir kararın iletilmesi gibiydi. Bu soruya ‘hayır’ demek mümkün değildi, adetlerimize göre ayıptı. Bir program varsa bile derhal iptal edilir, aile telaş yumağına dönerdi…
Elbette bunlar, havaların iyi olduğu Bahar ve Yaz eğlencelerimizdi. Kışlar ise bir başka güzel geçerdi. Kar yağdı mı, mahallenin bütün çocukları kartopu savaşı ve kardan adam yapardı. Okulların kar yağışı nedeniyle toplamda neredeyse 40 gün kapalı kaldığı meşhur ‘87 kışında, yaptığımız kardan adam hala sağlam mı diye her sabah kalkıp bakmak bizi gülümsetmeye yeterdi.
Kış günlerinde, okuldan arta kalan zamanlarımızı evlerde geçirirken evde oynanan oyunlar da sokaktakini aratmazdı. Öyle çeşit çeşit Barbie bebeklerimiz falan yoktu bizim belki ama TV’deki origamici teyzenin tarifiyle yaptığımız kâğıttan bebeklerle oynamak ya da evde bebeklerimize artık malzemelerden elbiseler dikmek, bir o kadar keyifliydi.
Dışarıda kar… Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu… Yumurta lezzetli; ekmeğin ise her zaman ekmek gibi olduğu yıllar… Kestane közlemek ki gecelerinin mutluluğuydu. Bir de büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar… Bugün dizilerin ve filmlerin çocuk beyinlerde açtığı muhtemel hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası vardı her evin… Oysa günün birinde lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi? Çay da kokardı… Domates de… Bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış; alışveriş merkezlerinin restoran katlarında boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburgerlerle doyduğunu sanan çocuklar için biz ne kadar da yaşlıyız şimdi, kim bilir…
O zamanlar, önemli olan insan ilişkileri ve arkadaşlıklardı. Hayata tutunmayı, mücadele etmeyi, dostluğu, sevgiyi, küçük şeylerle mutlu olmayı o çocuklukta oynadığımız sokak oyunlarında öğrendik biz.
Şimdi de tüm bunların bizi biz yapan yanlarını 21. yüzyılda doğan evlatlarımıza öğretme zamanı.