Zamalek’te,
Yıllar öncesinden
Nehir kıyısında, eski Nil’in korumasında
Bir köşk,
Sağcıların çağından kalma,
Bir hanıma ait—
Öyle biri ki şanı,
Ezan sesinden bile yüksek,
Müslümanlar, Tatarlar, Türkler,
Hintliler ve kast dışı kalanlar duyar adını.
Bir hanımefendi yani,
Erkekleri geçmiş mevki ve saygıda.
Şöhret, servet, makam—
Her şeyi tam yerinde.
Mısırlı devrimci ve halk şairi Ahmed Fouad Negm’in “Hanımefendinin Köpeği” şiirindeki bu hicivli ve bir o kadar gerçeği yansıtan dizelerin öznesi, Doğu’nun Yıldızı Ümmü Gülsüm’dür. 1898 ile 1904 yılları arasındaki kesin bilinmeyen bir tarihte Nil Deltası’nda kırsal bir köyde doğduğunda, onun sanatının kutsallığının ve sesinin taşıdığı dini auranın gün gelip Ortadoğu’dan ve Kuzey Afrika’dan zaman ve mekân ötesine yayılacağı tahmin edilemezdi. Her şeyin bir zamanı vardır evet, fakat Ümmü Gülsüm zamansızdır. “Onun üstünde sadece Kur’an vardır,” denilen bir yüceliğe sahiptir varlığı.
Mısır’da köy imamı bir babanın ve peygamber soyundan geldiğini iddia eden, eğitime önem veren bir annenin kızı olarak dünyaya gelir. Kız çocuklarının okula gönderilmediği bir dönemde annesinin çabası ve ısrarıyla gittiği Kur’an kursunda Kur’an’ı ve Kur’an Arapçasını mükemmelce öğrenir; bu, ileride sanat hayatına olumlu yönde etki edecektir. Sesinin güzelliğini ilk keşfeden babasıyla birlikte mevlitlerde, düğünlerde, çeşitli dini toplantılarda—kız olduğu anlaşılmasın diye erkek kıyafetleriyle—Allah’ı takdis eden ilahiler ve şiirler söyler. Hakim olduğu Kur’an tilaveti, aşk şarkılarında da kullanılan müzikal yapıların temelini oluşturur.
“özlem aramızdaki ulaktır
ve bize bir kadeh dolduran içki arkadaşıdır
aşk bizim gibi sarhoş gördü mü?”
Özlemin kaburgaları yaktığı Al-Atlal şarkısında olduğu gibi, Ümmü Gülsüm’ün saniyede on dört bin titreşim üretebilen olağanüstü kontralto ve “cinsiyetsiz” olarak adlandırılan sesi de dinleyenleri vecde getirir, onları yerlere serer, eteklerini öptürür, dünyayla bağlarını koparır. Söylediği şarkıların ne zaman biteceği asla bilinmez. O sahneye çıkmadan önce orkestrası dakikalarca mukaddime yapar. Farklı ritimlerle tekrar eden sözleriyle dakikalarca süren şarkılara karşılık izleyiciler büyük bir coşkunlukla “Allah!” diye haykırır. Victor Hugo’nun “güzelliğin aşırılığı” ifadesinin tam karşılığıdır Ümmü Gülsüm’ün sanatı ve sanatçılığı.
Şarkılarındaki aşk, dünyevi olduğu kadar ilahi aşktır. “Aşk tek bir şey için değildir: anne baba sevgisi, aile sevgisi, vatan sevgisi ile dost sevgisinin bağı… Aşk asla tek bir şey değildir,” der bir röportajında. Aşkın ve âşıkların tarafındadır; suçlanması gereken aşk değil, aşkı taşıyamayan yüreklerdir. Aşk ehli zavallıdır. Sevgilisine, Hob Aih (Ne Aşkı?) şarkısında şöyle seslenir: “Seninle aşk arasında dünyalar kadar mesafe var, bir dünya ki hayalinde bile erişemeyeceğin…” Aşk, gecenin gözlerinde yaşanır; güneşe gelmemesini söyler Alf Leila Wa Leila şarkısında:
“gel gecenin gözlerinde yaşayalım
güneşe diyelim ki
gel, gel ama bir yıl sonra gel
bir yıldan önce gelme
gel, gel ama bir yıl sonra gel
böyle aşk dolu bir geceye bedel
bin bir gece.”
Aşkı tanımayanlara, onu bulup hakkıyla yaşamayanlara, ihanete uğrayıp aşka tövbe edenlere, sevgide düş kırıklığına uğrayıp kalbini kapatanlara karşı aşkı savunur:
“Ey aşkı suçlayanlar, ona iftira edenler ve onun hakkında konuşanlar
Kusur sizde veya sevgililerinizde, ama aşk—
ey ruhum, ona helal olsun!
Dünyada aşktan daha güzel hiçbir şey yoktur,
Yoruluruz, zorlanırız, ondan şikayet ederiz ama yine de severiz
Ne güzel, kalbin iç çekişi kavuşmada ve ayrılıkta.” (Seret El Hob şarkısı)
Müzik kariyerine geleneksel kıyafetlerle, erkek kılığında başlayan Ümmü Gülsüm’ün gerçek özgürlüğü; babasının vesayetinden—kadın sesinin duyulmasının ahlaki yozlaşma olarak görüldüğü bir toplumda, onu korumak için peçe takmasını uygun gören o babanın—kurtulmasıyla başlar. Kariyerinin zirvesine ulaştığı 1930’ların sonlarından itibaren, her ayın ilk perşembesi onun aşk, acı ve tutku dolu şarkılarını, konserlerini dinlemek için binlerce kişi radyo başında yayını bekler. Cellabiyesini ve başörtüsünü çıkarır, daha modern bir giyimle—saçlar topuz, uzun bir elbise ile—çoğunluğu erkek olan bir topluluğun karşısına çıkar. Elinden eksik etmediği mendili ise belki sahne korkusunun bir kalıntısıdır. Feminist midir, bilinmez. Ama Libya’daki bir konserinde kadınlara “Açılın kardeşlerim, biz kadınlar toplumlarımızın üretici gücüyüz, başımız dik ve açık olabilir,” dediği ve bu söz üzerine kadın dinleyicilerin başörtülerini çıkarıp attığı söylenir.
Mısırlı şair ve doktor İbrahim Naci’nin 124 beyitlik Al Atlal (Yıkıntılar) kasidesindeki sultan gibi, kariyerinde “kendinden emin bir sultan gibi yürüyen” Ümmü Gülsüm, şarkılarında bireysel aşk ve Allah aşkından sonra vatan aşkını da yücelterek, Arap kimliğinin yozlaşmamasına, doğunun tarihî ve dilsel zenginliğinin korunmasına önem verir. Panarabizmin müzikteki temsilcisidir. Ona göre “Gerçek sanatçı, otantik kimliğiyle gurur duyan kişidir. Kimliğimizi ortaya koymak için bizim ve müziğimizin özünde doğulu olması gerekir. Batı müziği bizi cezbedebilir ama biz doğuluları vecde ulaştıramaz.”
Halkıyla, basit bir köylü kadını imajıyla yakınlık kurmayı tercih eden Ümmü Gülsüm, sinemada altı filmde rol almıştır. 1947 yapımı Fatma adlı filmde, zengin bir hastanın kardeşi tarafından baştan çıkarılan fakat hemşire olduğu için reddedilen bir kadını canlandırır. Bu filmdeki rolü, belki de devrimi hazırlayan olaylarda nerede duracağını önceden işaret eder. Devrimin ardından sözünün muhatabı doğrudan işçi sınıfı olacaktır. Şarkı sözleri daha sade, daha gündelik bir dille yazılır; halkın sorunlarını dile getiren sanatçılar tarafından bestelenir.
1952’de Hür Subaylar Devrimi lideri, 1956’da ise Mısır cumhurbaşkanı olan Abdülnasır ile kurduğu, vatanseverlik temelli ve İngiliz sömürgeciliği karşıtı dostlukları ölene kadar sürer.
Arap müzik dünyasının First Lady’si, Kadınların Kadını, 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirdiği için İngiltere, Fransa ve İsrail’in saldırılarına maruz kalan Abdülnasır’ın siyasi görüşlerinin müzik alanındaki temsilcisidir ve en büyük destekçisidir.
Devrim sonrasında konserlerini yayınlayan radyoda sık sık şu şarkı çalınır:
“Temmuz devrimi güçlüdür,
Gücünü Arap ruhundan alır.
Günlerimizden ve hayallerimizden
Ve özgürlük özlemimizden.
Biz devrim ve devrimcileriz.
Özgürlerin devrimi, zafer senin kaderindir.
Devrim zafere mahkûmdur ve bize Abdünnasır’ı veren Allah tarafından canlandırılmıştır.
Liderimizle birlikte düşmanımızı yok edeceğiz.”
(Mansoura Ya Thawret El Ahrar şarkısı)
Son dönemde ülkemizde yaşanan siyasi karmaşalar, toplumsal gerginlikler nedeniyle sosyal medyada sanatçının politik duruşunun olup olmamasına ilişkin pek çok yorum ve tartışma yapıldı. Toplulukları bir ülkü veya hedef etrafında birleştirmede sanatın gücünün siyasetten daha etkili olduğunun en iyi örneğidir Mısırlı Diva. Mısır’da Arap Baharı sırasında (2011-2012), Tahrir Meydanı’nda, sonucu ne olursa olsun, ölümünün üzerinden neredeyse kırk yıl geçmiş olmasına rağmen, Ümmü Gülsüm’ün bulunduğu yeri titreten sesi yankılanmaktaydı. Kadınlara dayatılan, toplumsal eşitsizliğin onun değerini alçalttığı kaderi; Allah vergisi olağanüstü sesiyle ve tabii ki anne desteğiyle yenmeyi başaran, kariyerinin başında aşk şarkılarından ve ilahilerden oluşan müzik repertuarı, devrim öncesi ve sonrasında din dışı konulara kayan, Abdülnasır’a ideolojik yakınlığı ve ölümünden sonra bile sapmaz gönüldaşlığı sebebiyle vatanseverlik ve milliyetçiliğe evirilen Ümmü Gülsüm; zaman dışılığıyla, afyon etkisi meydana getiren, her dinden ve dilden dinleyicide hayranlık uyandıran kasideleriyle Arap müziğinin güneşi olmaya devam edecektir.
Her yazı, kendine özgü bir yaşamdır, bir yaşam parçasıdır. Burada anlatılan yaşamım, Edip Cansever’in en sevdiğim dizelerinden birinde dediği gibi, “bir şarkıcının iç çekme ânıdır.” Hem öyle göksel bir şarkıcı ki O, bu dünyaya iyi ki “gelmiş bulundu.”
“Hayat âşıkların gözlerinde
ne kadar güzel görünüyor
ne kadar güzel!