Yarım bırakıp giden, tamamlanmak için bir gün mutlaka döner!
Günümüzün en büyük sorunlarından ve aile kavramını katleden, yıkan, bozan bir konuyu ele almak istiyorum: “Aldatılmak.” Cinsiyet olarak ele almayacağım. Tamamıyla insanî olarak yapılan bu yanlış eylem, gerek aldatanı, gerek aldatılanı çok olumsuz şekilde etkilemektedir.
Bu konuyu evliler üzerinden ele aldığımda; toplumun dinamiklerini bozan, aile kavramına yapılmış çok çirkin bir saldırıdır. Şunu hep görmüş ve duymuşuzdur: Bir erkek eşini aldatarak başka bir kadına yöneldiğinde, hatta evlendiğinde, çok pişman olduğunu, geri dönmek istediğini ve başını taştan taşa vurup bir daha aynı eşle karşılaşamadığını biliriz.
Peki, neden?
İlk eş, gerek görücü usulü olsun gerek aşk evliliği… Biz evlenirken beğenerek, etkilenerek ve hayaller kurarak evliliğe imza atarız. Ya sonrası? İş, aile, ekonomik şartlar ya da spontane yaşanılan hayatlar; ilgiyi, arzuyu ve heyecanı öldürüyor. Ve siz evli olduğunuz halde buna razı gelip, sizinle görüşen biri olduğunda; sanıyorsunuz ki kaybedilen heyecanı, tutkuyu ve arzuyu tekrar yakaladınız.
Benden şeker istemiyor!
Benden sorumluluk beklemiyor!
Tamamıyla aşk!
Sorumlulukları, düzeni, aileyi düşünen bir eş var. Çocuklarını eğiten, kalkınmayı sağlayan, iyisiyle kötüsüyle size katlanan bir eş var. Her zaman elinizin altında olan, düşlemeyi söndüren, tutkuyu saygı ve sevgiye bağlayan bir eş. Peki diğer taraf öyle mi? Gözünüze hitap eden, hormonlarınızı hareketlendiren, kalbinize heyecanı, midenize kelebekleri yerleştiren biri…
Hal böyle olunca, aranan, arzulanan, mutluluğu bağladığınız güya şehveti, duyguları aşk sanıyorsunuz. Diyelim ki bu yasak ilişki ortaya çıktı. Eş kabullenmeyip ayrıldı. Sizi evliyken dahi kabul eden şahıs, boşta kaldığınızda seve seve kabul edecektir. Öyle değil mi? Ve yakaladığınız aşkı bulduğunuzu düşünerek evleniyorsunuz.
Ya sonrası? Sonrası şu: Aşkı yakaladığınızı sandığınız kişi ile koca bir hüsrana uğruyorsunuz.
Neden?
Çünkü bir evlilik yalnız tutku ve şehvet üzere kurulmaz!
Güven lazım, sadakat lazım, huzur lazım, aileye ve sana uyum lazım, saygı lazım. İyi günü, kötü günü beraber yaşayıp aşmak lazım.
İlk kötü günde tökezliyor duygular. Artık elinizin altında zayıflıyor arzular. Fotoşop yok! Çirkinde görünebiliyor gözler ve kaşlar. O, sizin çocuklarınızı doğurmadı. Neden bakımıyla uğraşsın ki? Beyninizdeki adrenalini tavan yapan insan, bir süre sonra sıradanlaşıyor.
Aslında eş olmayı, siz eşinizden öğreniyorsunuz. İnsan olmayı ailenizden, yalancı olmayı üçüncü seçiminizden… Saygı, güven, sadakat, sevgi ve huzuru bulduğunuz kişi eşiniz. Sizdeki gelişimin yüzde seksenini oluştururken, yüzde yirmi eksiğinizi bulunca diğer kişide tamamlandığınızı sanıyorsunuz. Bir araya gelince yüzde onu gidiyor. Geçmişi göz önüne getirdiğinizde, saygı ve sadakatten de bir yüzde on daha eksiliyor. Geriye sadece “hiç” kalıyor.
Sonrası: Eski eşe özlem, değerlere özlem, uzaktan izleyince “Çok hoş kadınmış.” diyerek birlikte geçirdiğiniz zamanlara özlem!
Bir kez daha düşünün! Kaybetmeyi göze alamayacağınız insanı, kaybedecek pozisyona getirmeden… Daha gidip de geçmişe özlem duymayanı görmedik! Pişman olmayanı…
Evlilik dediğin şey güven ile kurulur, sevgi ile büyür, saygı ile yürür. Üçüncü kişinin saygısı olsaydı zaten sizi tercih etmezdi. Öyle insanların ne kendilerine, ne aile olmaya, ne de Yaradana saygısı var. Size mi olacak?
Yarım bırakıp giden, bir gün tamamlanmak için mutlaka döner.
“Döndüğünüzde aynı kişiyi bulsanız da aynı yerde, aynı kişide aynı kişiliği bulamazsınız!”
Bir kez daha düşünün!
Sevgiler, saygılar.