Her insanın hayatını bir romana dönüştürecek olsak ve yaşadığı her bir gününü en ince detayına kadar yazsak ortaya çıkacak olan tüm o romanların ortak olarak içerdiği iki çok önemli bölüm olurdu. İlk bölüm başlangıcı yani dünyaya geldiğimiz o ilk günü anlatırdı. Kirden, yalanlardan uzak temiz bir başlangıcı belirtirdi önce, her insanın ilk bölümü ve son bölümünden farklı olarak istisnasız herkeste aynı yazılırdı; bir bebek dünyaya gözlerini açtı. Son bölüm ise gözümüzün artık açılmamak üzere kapandığı, kalp atışlarımızın artık hissedilmediği o günü anlatırdı. Yani ölümümüzü. Peki ilk bölümde olduğu gibi her insanın hikâyesi saf ve masumane cümlelerle mi biterdi? Ya da ölüm yine her romanın sonu gibi üzücü ve karamsar mı olurdu?
Ölüm ile doğumu ayıran çok önemli bir fark vardır. Çoğu insan için biri sadece ortalama yetmiş yıllık olan bir hikâyenin başlangıcı, diğeri ise sadece bitiştir. Mevzu benim açımdan hiçbir zaman bu kadar basit olmamıştı. Bence her insanın istisnasız olarak yaşadığı bu iki olay arasındaki en büyük fark, bizim için belirlenen süre zarfı içinde doğuştan getirdiğimiz saflığımızın ne kadarını kaybedip kaybetmemiş oluşumuzdur. İşte bu yüzden bu saflığı koruyarak bitmiş bazı yaşantılar üzerinden zaman dahi geçse güzel hatırlanır. Ancak bir insanın saflığını kaybetmemesi için sadece kötlük yapmamış olması ya da tüm hayatını sadece iyilik yaparak geçirmiş olması yeterli değildir. Bu sebeple ben, hiçbir zaman bir insan güzel hatırlanıyor ise iyilik yapmış iyilik bulmuştur kılişelerine inanan biri olmamışımdır çünkü benim için kimse bu hayata kusursuz değildir herkes hatalar yapar, hatalarından ders alır ve yaşamını hata-telafi döngüsüne girmeden de bitiremez.
Bu hayatta öğrendiğim ve on dokuz yıllık hayatımda elimden geldiğince benimsemeye çalıştığım çok önemli bir cümle var: “Bir şeyi yap ama hakkını vererek yap.” İşte bence bu sebepten bir insan öldükten sonra bile hatırlanıyorsa o insan yaşadığı süre zarfı boyunca hakkını vererek yaşamıştır. Öyle güzel hakkını vermiştir ki görmediği yer, yaşayıp tecrübe etmediği olay, tatmadığı tat, hissetmediği duygu ve en önemlisi kaybettiği bir saflığı yoktur. İşte bu yüzden unutulamayan insanları unutulmaz yapan öldükten sonra arkalarında sadece etten kemikten bir ceset yerine güzel ve yaşandığına değen anılar bırakılıyor oluşlarıdır. Ne demiş Elias Canetti Ölüm Can Düşmanım adlı kitabında “Bir ölü ve bir ölü daha iki olmuyor. Ölüler değil yaşananlar sayılıyor; ortaya çıkan rakamlar ne kadar da çürük”(11). Her insanın hayatı ne kadar birbirinden değerli olsa da nasıl ki bir romanın beğenilmesi için içeriğinin de bir o kadar etkileyeci, sürükleyici ve kendine bağlayıcı olması gerekir, aynı şekilde insanın arkasında bırakacağı hayatın da aynı niteliklere sahip olması gerekir. Ne de olsa hiçbir zaman için lunapark gibi rengârenk geçmiş ve hakkı verilmiş bir yaşantının sonuyla siyah beyaz renkler arasında sürüp gitmiş, kötüye kullanılmış bir yaşantının sonu aynı olmuyor ve doğal olarak da kimse tarafından aynı değerlendirilmiyor.
Her insan kendi romanını yazarken çoğu olayı farklı yaşayabilir, fırsatları farklı değerlendirebilir, hayatına farklı karakterler sokabilir ve birbirinden farklı bilgiler öğrenebilir ama tüm bu senaryoları yaşarken unutmaması gereken tek şey yaşlanıp arkasını dönüp baktığında “daha iyisi olamazdı” diyebilecek bir yaşam sürmesidir. Nihayetinde hakkını vererek yaşanmış bir yaşam sona ulaştığında insan için ölüm büyük bir olay olmaktan çıkar ve küçük bir mesele hâline gelir. Ne de olsa büyük ve korkutucu olaylar ancak yarım kalan şeylerin bilinmezliğinden kaynaklanır.
Genç yazarım, kaleminize sağlık. Yaşamı bir çizginin ne ötesinde ne de gerisinde o kadar güzel anlatmışsınız ki; yazınızı defalarca okudum. ” Daha iyisi olamazdı.” Sizin sihirli cümleniz. Geldi geçti ömür , bu güzel yazının devamını da dört gözle bekleyeceğim.