Bir Ölünün Dilinden

Necla Karataş 289 Görüntüleme Yorum ekle
6 Dak. Okuma

Karanlık, daracık bir tünel. İçinden yaşlılar, çocuklar, gençler geçer. Ama hiç kimse geri dönmez…

Odamın içine saçılan güneşin ışınları, vazodaki orkideler ve beyaz renkli duvarlar. Her taraf gri görünüyor gözlerime. Bu atmosferde her şey sisli ve durgun…

Azrail, ölüm yatağıma, o korkunç pençeleriyle yavaş yavaş yaklaşırken, beynimde düşünce kuşları kanat çırpmaya başladı: Acaba şu ömrümü insanlığın hizmetine ne ölçüde adadım? Bu dünyada yaşarken, insan sıfatına yaraşır bir insan olabildim mi? Beni tanıyanlar ardımdan: “Bir insanlık örneğiydi.” diye söz edecekler mi? Bir de eşimden ve canımın canı olan yavrularımdan ayrılmak! Onları, yılanların, çıyanların dünyasında yalnız bırakmak, dönüşü olmayan, bilinmeyen bir evrene gitmek… Tanrım, öyle acı ki!

Ölümü durdurabilmek, onu yenmek istiyorum; ama yenemiyorum. Ölümün soğuk ve hoyrat dokunuşunu duyumsayınca, bedenim titredi, ürperdim. Uçsuz bucaksız, karanlık bir uçurumdan yuvarlanıyordum; öyle yorgundum ki! Sağlıklıyken koşan, yürüyen ayaklarım dondu. Devinimsiz kaldım. Hareket etmek için yeniden kendimi zorladım; ancak nafile… Ben zavallı bir kuklaymışım. Ölüm acısı öyle yoğun bir acı ki, bir yerimiz alev içinde yansa, acısı yalnızca yanan yeri yakar; ya acılar böyle cisme değil de doğrudan ruha yayılsa, bu acının şiddeti nasıl olur? İşte ruhumun çıkması da bedenimi değil doğrudan ruhumu yaktı. Çünkü ruh, bedenin her yanını kapsamıştır. Kereste doğranan testereyle biçildim, bıçakla lime lime kesildim. Alevler içinde canlı canlı yandım. Bu acı ruhumun bütün parçalarına yayıldı, her parçamda, acı üstüne acı duydum. Ne olur, kurtarın diye bağırmak istedim, ama bağırmaya gücüm yetmedi. Ölüm anındaki dehşetten dolayı dilim tutuldu. Yüzümün beyaz rengi limon rengine döndü. Dudaklarım sarktı. Bütün damarlarımdan ruhum çekildi. Azrail’e teslim olmaktan başka umarım kalmadı. Ruhum bedenimi terk etti, gözlerim ruhumun ardından öylece baka kaldı. Sonra, akrabalarım kazanın içinde su ısıttılar. Beni salacağın üstüne yatırdılar. Bedenimi ılık su ile yıkadılar. Akrabalarım ve dostlarım etrafımda toplandı. Kimileri, içten içe hayatta olduklarına seviniyorlardı. Kimileri de, “Nice yıl yaşasak da, yine bir gün sıra bize de gelecek. Meğerse, insanla ölüm arasında bir saniyelik uzaklık yokmuş.” diye düşünüyorlardı. Kimileri de ailemin ağlamasından etkilenip ağlıyorlardı.

Eşim saçlarını yoldu, yavrularımın ciğerleri yandı, tutuştu. Ölümüm onları çok fena sarstı. Arkamda, dul bir eş ve dört evlat bıraktım. Kuşkusuz onları bu durumda bırakıp gitmeyi asla istemezdim; ancak gidip gitmemek benim irademe bağlı bir şey değil ki! Azrail, genç, yaşlı, zenci, beyaz, zengin, fakir ayrımı yapmıyor… İmam cenaze namazımı kıldırdı. Akrabalarım, dostlarım ve düşmanlarım, tabutumu ellerinin üstünde taşıyıp kabristanın yolunu tuttular. Kefenli cesedimi; yarım metre genişliğinde, bir buçuk metre derinliğinde açtıkları mezarın içine koyup, üstümü toprakla örttüler. Mezarımın üzerine birkaç çiçek bırakıp, evlerine gittiler. Ailem yasa gömüldü, günlerce aç yattı, yüzleri günlerce gülmedi. Bu sırada zayıflayıp güçsüz düştüler. Derken aylar geçti. Kurtlar, böcekler bedenimi parçaladı, toprak biçimimi değiştirdi, mafsallarım çürüdü. Birbirinden ayrıldı. Dünyada yaşarken, bülbül gibi şakıyan dilim kurtların besin kaynağı oldu. Bembeyaz olan dişlerim döküldü, çürüdü. Zaman geçtikçe çocuklarım ve eşim ölümüme alıştılar, ölümümü evrenin doğal bir parçası olarak kabul ettiler. Fakat beni hiç unutmadılar. Her zaman aralarında yaşadığımı varsaydılar. Bağlılık simgesi olan eşimin yüzünden matem izleri hiç silinmedi; çünkü ben onun yarısıydım, o da benim yarımdı.

Eşim ve çocuklarım, bir cuma günü; ellerinde mor çiçeklerle mezarıma geldiler. Ah! Onları öyle çok özlemiştim ki! Onlara sarılmak istedim ama sarılamadım. Eşimin ve çocuklarımın gözlerinden akan yaşları silmeyi, saçlarını okşamayı, onları bağrıma basmayı çok istedim! Fakat aramızda, çelikten bir cam vardı. Onlara dokunmak için ellerimi uzatmaya kalksam, uzatamam. Dünyaya gelmek istesem gelemem; artık benim dünyaya dönmem olanaksız… Çelik cam bir engel! Çelik camın içinden onları yalnızca görebiliyordum; ama onlar beni ne görebiliyorlardı ne de duyabiliyorlardı.

Bazen onları görmek için evime geliyordum. Aradaki çelik camın varlığını unutup, onlara dokunmak istiyordum. Elimi uzatıyordum ama elim çelik cama vurup geri dönüyordu. Umarsız yalnızca onları seyretmekle yetiniyordum. Kimi zaman da rüyalarına girip onlarla iletişim kurmaya çalışıyordum…

Aradan yıllar geçti… Ne zorluklara katlandı canlarım. İyi günler, kötü günler gördüler. Yavrularımın ve eşimin elinden kimse tutmadı, kendi yaralarını kendileri sardı. Zaman zaman umutlarını yitirdiler, yırtıcı kuşlar, yüreklerini kanattı; ancak onlar solmadılar, yılmadılar… Akrabalardan cefa çektiler, fakat yine de onlara yenilmediler; çünkü ben dünyada yaşarken onlara yürekli olmayı öğretmiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse onlarla kıvanç duyuyorum.

Büyük oğlum, ailesini kimselere muhtaç etmemek, bu dünyada yaşamak ve başarılı olmak için çalışmanın önemli koşul olduğunu zamanla öğrendi. Oğlum çalıştıkça başarılı oldu. Annesine ve kardeşlerine gereken ilgiyi gösterdi. Gereksinimlerini karşıladı. Kardeşlerini okuttu, onların bilgili, ahlaklı, olgun kişiler olarak hayata atılmalarını sağladı. Derken, oğlum evlendi. Bir yıl sonra bir erkek torunum oldu. Torunuma benim adımı verdiler.

Bir gün, torunumu görmek için evime geldim. Çelik camın içinden torunumu seyrettim. Güneş yüzlü torunum beyaz örtüler içinde mışıl mışıl uyuyordu. Tanrım, ne tatlıydı! Uyurken arada bir gülümsüyordu… O şirin yüzünü seyrederken, iki damla yaş süzüldü kirpiklerimden!

Ah, çelik cam, neden varsın ki sen?

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version