Hangi yıllardı hatırlamıyorum ama yeterince çocuktum. Köyde yaşıyorduk ve galiba kış aylarıydı. Akşam ezanına birkaç saat kalmıştı. Nedendir bilmem, evde bana kızdılar. Bu kızmanın haksız yere olduğu hissiyatı bugün bile ruhumda kalmış emanet bir duygu gibi varlığını korur. Bizim çocuk zamanlarımızın ortak kaderi olan haksız yere kızılmalar, dövülmeler yaşanmıştır az çok ama kimisi nedense yarattığı kırgınlık duygusunu korumuştur her zaman.
Babam sağlamına azarlamıştı. Belki de sigarasızlık başına vurmuştu. Bir çocuk üzgünlüğüyle evden çıktığımı hatırlıyorum. Hava soğuktu ve inceden yağmur çiseliyordu. İftar için pide almaya yetecek kadar cebimde harçlığım da vardı. Köyün fırınına gidip bir pide aldım ve doğruca Koru’nun yolunu tuttum. Koru dediğimiz yer, köyün aşağısında, içinde çalılıklar ve çam ağaçları olan ve bir tepe boyunca yükselen eski bir mezarlıktı. Öyle taşları dağılmış, taşlara henüz isim yazılmadığı zamanlardan kalma bir mezarlık… Yıllar sonra “Çamlık’tan Koru’ya akan yol” diye şiirlere konu olacağını, “Çamlık’ta göz kırpıp gizlice Koru’da buluşuruz” diye hayal tasvir eden roman cümlelerinde yer bulacağını bilmiyordum henüz.
Yukarılara doğru çıkıp, bir çalının dibinde ateş yakmak için odun topladım. Ateşi yakıp ezanı beklemeye koyuldum. Çiski inceden inceye devam ediyordu. O anki hissettiğim huzur, Yaradan’a olan yakınlığım elle tutulacak kadar canlıydı. Mahsusluk ve masumluk bir çocuğun orucunda çok başka anlamlar kazanmıştı. Bir süre sonra nihayet top atıldı ve Ramazan Hoca’nın okuduğu ezan sesi duyuldu. Pideden aldığım ilk ısırıkla birlikte ilahi bir coşkuyla ağlamaya başladım. Bir çocuğun gözyaşı akşama karıştı. Gözümden yaşlar süzülürken pidemi yedim. İnceden yanan ateşim, çocuk bedenimle birlikte ruhumu da ısıtıyordu. Bir yandan ıslanıyor bir yandan ısınıyordum. Belki bir daha hiç öyle ısınamayacaktım yaşanacak yıllar boyu. Ateşin yanında yalnızdım ama soframa -şüphesiz- melekler eşlik ediyordu. Cennet kokan mezar uyuyanları benimleydi o an. Sofra dediğim de yağmura direnen bir ateş başıydı işte ama ömrümün en zengin sofrasıydı o benim.
Çok sonra o çocuk iftarımı yad etmek için iftarda sadece pide yemek istedim. Koru’dan çok uzaklarda, Sakarya’daydım. Sadece Koru’dan mı? Kendime kadar her şeyin uzağında… Pandemi diye düzenbaz bir oyunun oynandığı çirkin bir zamanda, balkona dikilmiş ezanı bekliyordum. Ezanla birlikte tekrar o çocuk oldum. Yağmur çiselemiyordu ama o çocuktan emanet saklı duygular canlanıvermişti bir anda. Pidemi yerken bir yandan da ağlıyordum. O iki iftar arasında yaşanmış, yaşanmamış çok şeye ağlıyordum. En başta o çocuğa sahip çıkamayışıma… Yıllar sonra ona “benim burada ne işim var” duygusunu yaşatmış olmama… Çalınan bir hayata, yalan bir kişiliğe, heba olan yıllara, mahsunluk ve masumluğuma dokunan her kötülüğe, bütün aidiyetsizliklere… Çok şeye… Çok şeye… Ağlıyordum.