Acının ömrü sadece kırk günmüş. Peki kırk gün sonra geçiyor mu dersin? Hayır! Sadece alışıyorsun…
Alışıyor ve hayata kaldığın yerden devam ediyorsun. Ettin de, yaşadığın en büyük acıyı düşün. Sevgilinden ayrıldığın o ilk günü, en yakınım dediğin dostunun sana attığı kazığı, beş parasız kaldığında sana sırt dönenleri ve ölümleri… Ben senin yanındayım diyen annenin ya da baban öldüğünde kaldığın o büyük yalnızlık çukurunu düşün.
Çok zor geliyor değil mi? Kendi bedenini toprağa koymak gibi zor. Nefes alamamak kadar zor. Ölmek kadar zor değil mi? Hadi şimdi birkaç damla göz yaşı dök. Kendini odalara kapat. Herkese ve her şeye nefretini kus. Kendince doya doya acını yaşa ve sonra gerçeğe dön. Sonuçta ölmüyorsun. Bu söylediklerimi belki defalarca yaşadın ama bak hala yaşıyorsun. Nefes alıyorsun.
Giden sevgilinin ardından bir başkası ile flörtleşebiliyorsun. Bir zaman sonra dostunun attığı kazık artık o kadar da acıtmıyor canını. Ölümün kırkıncı gününden sonra kavrulan helvanın kıvamı daha önemli oluyor. Çünkü yaşadığın o en acı zamanda hayat durmadı. Kalbin durmadıkça da durmayacak. Elbet ayağa kalkacaksın.
Ayağa kalktığın zaman daha güçlü, daha yıkılmaz bir insan olacaksın. O yüzden, artık yaşayamam diye iddia ettiğin, ardından ise sayısız kez güneşin doğuşunu seyrettiğin zamanlarda kaybetme kendini. Bu hayatta ne kaybedersen kaybet, kimi kaybedersen kaybet, sakın kendini kaybetme. Ayağa kalk ve artık mutlu bir insan olarak yaşa.
Çünkü hayat çok kısa, sen kendinle boğuşurken, zaman akıp gidiyor ayaklarının altından. Bahanelere kurban etme mutluluğu. Mandino’nun da dediği gibi, “Gerçek mutluluğun kendi içinde yattığını fark et. Huzur mutluluk ve neşeyi dış dünyada aramayı bırak. Paylaş. Kucakla. Gülümse. Mutluluk kendine birkaç damla bulaştırmadan başkalarına dökebileceğin bir şey değildir…”