Bitiş Öyküleri

Dilek Erdem 587 Görüntüleme 1 Yorum
3 Dak. Okuma

Süreyya

“Bir akşamüstü garipliği,
Sarmışsa her yeri,
Güneş devrilmiş,
Renkler solmuş.”
(Ümit Yaşar Oğuzcan)

Elindeki fincanı, üzerinde sol tarafı pejmürdelikten düşmüş çiçekli sabahlığıyla pencerenin önünde duruyordu.

Sabahlığın içindeki silik vücut hatları kadar belirsizdi hisleri. Her geçen gün zayıflayan, ölmeden önce yok olacakmış gibi duran bir beden, konuşmaz, gülemez, hayattan keyif alamazdı.

“Hadi kızım bir kaşık daha sadece bir kaşık…”

Çocukken annesinin ağlamaklı, hüzünlü gözlerle yalvarması geldi aklına. O masadan, yaşı kadar lokma almadan kalkmamalıydı. Her yıl fazlalaşan lokma sayılarıyla otuzlu yaşlara gelmişti.

Şimdi annesi yoktu. Çocukluğunda başlayan ve etini içten içe kemiren hastalığı son evresindeydi. Yapılan böbrek nakli başarısız olmuştu. Hastaneden kaçtığı bu gece, en sevdiği geceliğini giymiş, elinde çoktandır içmediği koyu kahvesiyle şovalede yarım kalan “vazoya hapsedilmiş mimozalar” tablosunun karşısına geçti. Kahvesini tabloya doğru boca ederken eli titrememişti.

Kanepede uzanırken, kendisini hiç terk etmeyen sadakatli ağrılarını yokladı ama duyumsayamadı. Tavana takılan gözleri, kendisini izleyen ruhuna bakıyordu. Yanında annesi vardı. Pencerede gün batımı…

Solungaçsız Balıklar

Kirece çivit katarak boyamışlardı iki göz odalarını. Akvaryum gibiydi yoksul evi. İki kardeş ise solungaçsız balık… Genelde neşeli olan abisi, ıslık çalıp türkü söylemediğinde tek bir ihtimal olurdu!

– Of abi yine mi? Lütfen şu silahı bana ver! Biliyorsun, ona tek başıma bakamam.
Elindeki silahla diğer odaya geçerken başını duvara doğru çevirdi. Ağladığını görmemişti felçli annesi. Görmemişti genç adam, tek yapabildiği ağlamak olan annesinin ıslak gözlerini.

Dilsizler Şehri

“Gözlerin dilsiz bir çığlık,
Boş bir söz olacak, beyhude bir sessizlik.”
(Cesare Pavese)

Uyanır uyanmaz her zaman yaptığı gibi gözlerini kocaman açıp tavandaki çatlaklara baktı.

Yıllardır aynı tavanla göz gözeydi. Çatlaklardan oluşan şekiller tak tak beliriyordu zihninde. Şu lambaya yakın oluşan çatlaklar, basbayağı esnemekte olan kel kafalı bir adamı çağrıştırıyordu. Hemen yanında da Küçük Ev dizisindeki Laura’nın fırfırlı şapkasını takınmış dişsiz bir nine. Az ötede bir çekiç. Biraz ilerisinde bir atın belirgin bacaklarına karşın, silik, varla yok arası ince çatlaklardan oluşan eğersiz sırtı ve yeleleri. Yelelerinin üzerinde beliren kocaman sıva döküntüsü olmasaydı keşke.

Tavanda her şey yolunda sayılırdı. Bir tek atın sırt kısmında duran döküntü göze batıyordu. Sadece tavanda mı? Bütün ev dökülüyordu aslında. Duvar kâğıtlı odanın nem ve küften ıslanan yapışkanı bitmiş kâğıtlar soyulup yerlere inmişti.

Uyanmıştı madem kalkmalıydı artık.

Annesinin odasına doğru yürüdü. Bu gün annesini rahat ettirdikten sonra bir gayret eve çeki düzen verecekti. Neyse artık. Kaç paraydı ki on kilo boya?

Annesinin yanına gitti. Sonra annesinin odasının tavanına baktı. Anneler, dilsizler şehrine doğru yol alırken, tavandaki bütün lekeler tabuta benzerdi.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Dilek Erdem
Bağlantılar:
Eğitmen / Yazar
1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version