Aslında kaybettiğimizi kabullenmek bile önemli bir mesele. Evet, kaybettik, belki bilmeden ya da bilerek… Peki, nerede ve ne zaman kaybettik?
Biz, o su kenarına cansız bedeni vuran çocuğu sessizce izlerken kaybetmeye başladık aslında. Küçücük çocuğu cinsel istismar ile öldüren adamın yüzüne tüküremeyip kaybetmeye devam ettik. Hep kaybettik… Binlerce insanın dayanıksız evlerle birlikte toprağa karışmasını izledik. Adına deprem denen coğrafi gerçeğin gölgesinde kaybolup giden binlerce can varken, “fırsat bu fırsat” deyip konut kiralarını fahiş fiyatlara çıkararak kaybettik. “Yaşamak zengin işi,” dedik. Parası olan sağlam evde oturur, parası olmayan ise ölüme en yakın olan yerde… Kaybettik; çünkü masumların katledilişini bir sanatsever gibi seyrettik…
Peki, başka nerelerde kaybettik? Kartalkaya’da insanların canlı canlı yanışını izlerken de kaybettik. Koskoca tatil merkezinde bulunmayan yangın merdiveni, insanların can havliyle çarşafları birbirine bağlayıp “Hayatta kalır mıyım?” diye son hamlelerini yapmaları… “Baba, ben ne yapmalıyım?” diyerek son sözü babasına bırakan o kızcağızın vefat haberiyle de biz kaybettik… O kadar insan hayata veda etmişken, kayan hayatlara aldırmadan karın üstünde kaymaya devam edenler yüzünden de kaybettik.
Bir ticarethanede “Neden her şey pahalı?” diye soran bir teyzeye uzun uzun baktıktan sonra, “Teyze, her şey pahalı değil, ucuz olan da var,” demiştim. O da “Ucuz olan ne, evladım?” diye sorduğunda, “İnsanlık,” cevabını vermiştim. Evet, bizler insanlığımızı da kaybettik…