Boşluğun Mistik Anarşisti: Simone Weil

Zeliha Aypek 419 Görüntüleme Yorum ekle
10 Dak. Okuma

“Saçlar ve gözlükler tarafından yenmiş küçük dar bir yüz. Sivri burun, size bakan siyah gözler, umursamazlık, uzanmış boyun, tüm bunlar tutkulu, neredeyse gizli bir merak izlenimi veriyordu… Güzelliğinin kaybolmasının ardından harikulade bir enkaz olan bakışları, yavaş yavaş yeniden yüzeye çıkıp görünür hâle geliyordu: çok yoğun ve saf. Dağınık saçları, hoş kokmayan bluzu, bakımsız vücudu ve benzersizliği nedeniyle kimse ondan daha kötü yargılanmadı.”

Yazar Gabriella Fiori’nin bu sözlerle tasvir ettiği ve biyografisini yazdığı filozof Simone Weil, 3 Şubat 1909’da Paris’te liberal Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, 24 Ağustos 1943’te Amerika gezisinden döndükten sonra İngiltere’de Kent County kentindeki bir sanatoryumda öldü. Hayatının son sekiz ayını Londra’da sürgündeki Fransız Direniş hareketi İci France Libre’in editörlüğünü yaparak geçirdi. Düşünceleri Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını ayıran 20 yıllık süreçte yaşanan ekonomik, toplumsal, global karmaşaların, dalgalanmaların çerçevesinde gelişti, biçimlendi. Avrupa’daki sosyopolitik konjonktürün giderek kötüleşmesi birçok kurumu etkilediği gibi ideolojileri de etkiledi. Yeni kuşak entelektüeller siyasete, tarihe karşı kayıtsız kalmak yerine artık taraf olma yolunu seçiyor. Simone Weil de bu coşkulu politik ve kültürel ortamda varlık bulan önemli bir filozof, öğretmen, ateşli bir aktivist, Fransız dilini mükemmel kullanan bir denemeci ve şairdir.

Sağlık durumu doğduğundan itibaren kötü olan Weil, kendisi için “Yaşamamalıydı” diyen aile doktorunu şaşırtarak hayatta kalmayı başarmış bir asidir. Fakat küçük yaşta başlayan beslenme güçlükleri ölümüne kadar sürecektir. Açlık hem eserlerinin ana teması hem de varoluşsal bir olgu olacaktır. Çok erken yaşlarda kendini açlarla özdeşleştirir. Beş yaşındayken cephede bulunan ve yiyeceği olmayan bahtsız askerlere duyduğu şefkat nedeniyle yemek yemeyi reddeder. Ona göre açlık, yaşamsal ihtiyacın ve bunun da ötesinde arzunun ve talihsizliğin en mükemmel simgesidir.

“Ve benim en büyük arzum, sadece tüm irademi değil, tüm varlığımı da kaybetmek.”

Okulda üstün yetenekli bir öğrencidir. 1920’lerde lisede felsefe öğretmeni Alain, ona Marslı adını veriyor. Her zaman siyahlar içinde, kahverengi tenli. Kesinlikle takdire şayan bir varlıktı, aseksüeldi, kötü bir yanı vardı, diyor George Bataille onun için. Ragbi oynamayı, koşmayı, yokuş aşağı yürümeyi seviyor ve mizah anlayışı pek yok. Olağanüstü bir zekaya sahip, matematikten dinler tarihine kadar tüm bilgi çeşitlerini kurcalar. École Normal Supérieure’de felsefe eğitimi alırken anarko-sendikalist söylemle karşılaşır, Marx’ı okur. 22 yaşında felsefe bölümünden mezun olduğu dönemde, talihsizler dediği işçiler tarafına kamp kuruyor, işçi sınıfının fiziksel ve manevi acılarını anlama, onların yaşamlarını deneyimleme arzusu belirginleşiyor. Varlığının dönüm noktalarından biri olan bu durum altı ay sürüyor. Ölümünden iki yıl önce arkadaşı Peder Perrin’e gönderdiği mektupta, “talihsizlikle olan bu temasım gençliğimi öldürdü” diye yazıyor: “Dünyada çok fazla mutsuzluk olduğunu çok iyi biliyordum, buna takıntılıydım. Fabrikada çalışmak… başkasının talihsizliği bedenime ve ruhuma işledi. Hiçbir şey beni bundan ayıramadı çünkü geçmişimi gerçekten unutmuştum ve hiçbir gelecek beklemiyordum, bu yorgunluklardan kurtulmayı hayal etmekte zorlanıyordum.”

29 yaşında varlığının başka bir dönüm noktası olacak Tanrıyla ruhani bir temas yaşadı ve fiziksel acının arka planına karşı, “İsa aşağı indi ve beni aldı.” dedi. 1937’de İtalya’da ziyaret ettiği bir bazilikada hayatında ilk kez diz çöküp dua etti. İngiliz mistik şairi George Herbert’in Aşk şiirini okurken vahiy almış gibi ruhsal bir dönüşüm yaşadı ve bundan sonra felsefesi ve metinleri daha soyut ve mistik bir hâl aldı. Hiçbir dine mensup olmasa da Hristiyan mistisizmi onu etkiledi.

“Aşk bana hoş geldin dedi. Yine de ruhum tozdan ve günahtan suçlu olarak geri çekildi.” (George Herbert)

Weil’de Yazma Eylemi

Freud’a göre insanda temel iki içgüdü mevcuttur. Eros (yaşam) ve thanatos (ölüm). Bunlar birbirleriyle sürekli çatışırlar. Sanatsal pratikler ve özelde edebiyat, yazmak, insanda sahte ölüm hazzı etkisi yaratır, bazen de bu yalancı etkinin darbelerinden korur. Ölüm dürtüsünün izdüşümüdür yazmak, aynı anda ona karşı bazen başarısız bir kalkandır. Weil’in yazma süreci bu başarısızlığı güzel yansıtır. Weil’in yazıları ölüm dürtüsünün çiçek açtığı, yeşillendiği, bahar olduğu bir yerdedir. Yazma etkinliği Simone Weil’in varlığını geri getirebileceğini düşündüğü “muhteşem anlamsızlık arzusunun” bir parçasıdır, George Bataille’a göre. Kendi içinde erken dönemde filizlenen ortadan kaybolma arzusu, hiçlik tutkusu, yok olma açgözlülüğü hayatının ölümüne ilerleyişini çabuklaştırarak tam bir doyuma ulaşacaktır. Onun hayatı, yazan kişinin hayatı değil bir yazma hayatıydı. Lacan, sanat yapıtının aslında kurgu olarak, gerçeğin taşıyıcısı olarak ya da bir nesne olarak yaklaşılmaya uygun olduğunu ve bu nedenle yoruma açık olmadığını söyler. Simone Weil’in yazdıklarının her ikisinin de bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Sağlığında hiçbir kitap yayımlamayan Weil’in Defterler’i bize gösteriyor ki yazıları şiirsel etki, üslup ve edebi ürün olarak yazı anlamında hem bir kompozisyon hem de öznenin kurgusu, felsefi eseri olarak nesnedir.

Weil’e göre yazma pratiği ilham verici bir pratiktir. İlham düşüncenin boşluğunda tutulur, çünkü yazıyla şekillenen entelektüel yaratım esas itibariyle kendinden feragati gerektirir ona göre.

“Fikirler yanlışlıkla içimden gelip ortaya çıkıyorlar, sonra hatalarını fark ederek kesinlikle dışarı çıkmak istiyorlar. Nereden geldiklerini, değerlerinin ne olduğunu bilmiyorum ama bilmediğim için bu operasyonu engelleme hakkım var.” (Tanrıyı Beklemek, s. 48)

Simone Weil’de yazmanın merkezi boşluktur. Konu veya üslup olarak onun yazıları bir boşluk yazısıdır. Boşluk, tüm dolu şeylerden daha doludur, boşluk en yüce tamlıktır, diyor Yerçekimi ve İnayet’te. Varlığını yazıyla oluşturur, özdeşleştirir. Kendini yazar, Tanrıyı yazar, çalışma, insan hakları, din, modernlik, demokrasi gibi temel varoluş ilkeleri hakkında yazar. Kendi kendini yazmak, kendi kendini yaratma işidir. Ama yaşamak kendini iptal etmektir. Hayat, yaratılmamışa dönmekten, yaratılışı reddetmekten, Tanrıdan çıkmış olmanın sürgününden ibaret olacaktır.
Eserlerinin ama motiflerinden olan saflık, yalnızca mücadele ettiği kirlilikten kurtuluş anlamına gelmiyor. Hiçlik arzusunu ve kendisini sefalete indirme kararlılığını daha doğru bir şekilde aktarıyor. “Bir yere gittiğimde nefesim ve kalbimin atışıyla göğün ve yerin sessizliğini kirletiyorum. Saflık, kirlenmeyi düşünebilmektir.” Bahsettiği saflık, yokluğun saflığıdır. Hiçliğin iradesi, ebedi yok oluşu arzulayan varlığın iradesi.

Tanrının bir armağanı olarak gördüğü yazarlık yeteneği hakkında ironik bir şekilde, “Tanrı, atıkların geri kazanımını sağlar” der.

Yazdığı şiirlerde de benliğin silindiğini, öznelliğin geri çekildiği gözlemlenir.

“Senden, uyanışların çok ötesinde beklediklerin
Kaybettiğin kalacak.
Çektiğin acı başkalarında yaşayacak
Hayatını kaybeden, bir gün onu bulacak.”

Yazılarında her zaman saf eylemle bütünleşen konusuz ve radikal bir tefekkür buluruz.

Her türlü otoriteye karşı direnen, hayatı boyunca ne bir partiye ne de kiliseye üye olan Simone Weil’in eserlerini 1946’da Albert Camus keşfetti. İkisi hiç tanışmamış olsalar da trajik kısa ömürleri dışında birkaç ortak noktaya sahipler. İkisi de asidir, ikisi de hakikatten ayırmadığı özgürlük tutkusuna sahiptir. Siyasi olarak devrime karşı güvensizlik vardır. “Devrim sözcüğü, uğruna öldürdüğümüz, uğruna öldüğümüz, halk kitlelerini ölüme gönderdiğimiz ama hiçbir içeriği olmayan bir sözcüktür” diyor. Her ikisinde de bildikleri hakkında yalan söylemeyi reddetmek ve baskıya karşı direniş temel düsturdur. Camus, 1957’de aldığı Nobel ödülünün ardından düzenlenen basın toplantısında Weil’den alıntı yapar: “Bazen insan kendini yaşayan bir ruha olduğu kadar, ölü bir ruha da yakın hisseder.”

Weil’de Tanrı Kavramı

Ona göre boşluğun olduğu bir dünya temsiline ihtiyacımız var, böylece dünyanın Tanrıya ihtiyacı var. Bu kötülüğü ima eder. Gerçeği sevmek, boşluğa katlanmak ve dolayısıyla ölümü kabul etmektir. Gerçek ölümün yanındadır.
Tanrıyla ilgili düşüncesi oldukça ilginçtir. Tanrı ancak kendini sevebilir, der. “Tanrının yaratma eylemiyle kendini inkar etti. Tanrı, kendisi adına kendimizi inkar etme fırsatını bize vermek için, bizim için kendisini inkar etti.”

“Tanrı kendi yaratımının hassas güzelliğini sevmek ve ona hayran olmak için her ruha hücum eder.” ( Tanrıyı Beklerken, s.111)

“Tanrı kendisini, tüketilmesi için insana verir. Karşılıklı olarak yorgunluk, talihsizlik, ölüm yoluyla insan, Tanrı tarafından maddi kılınmış ve tüketilmiştir. Bu karşılıklılığı nasıl reddediliriz?” (Yerçekimi ve İnayet, s.83-84)

Weil’in Öğretmenliği ve Eğitim Anlayışı

Simone Weil aynı zamanda çok iyi bir öğretmendi. Ekim 1931 ile Ocak 1938 arasında Fransa’nın beş şehrinde (Le Puy, Auxerre, Roanne, Bourges, Saint-Quentin) kızlara yönelik liselerde dersler verdi. Öğretmenliği iki kez kesintiye uğradı. İlk kez 1934-1935 öğretim yılında eğitim amacıyla izin istedi ama aslında bu fırsattan yararlanarak bir fabrikada çalıştı. 1936-1937’de ikinci kez, sağlık durumunun kötü olması ve uzun süredir çektiği baş ağrılarının kötüleşmesi onu durmaya zorladı. Öğrencilerini sınavlara olduğu kadar hayata da hazırladı. Onun için eğitimin amacı eylem için motivasyon sağlamaktır. “Eğitim motivasyon yaratmalıdır. Neyin avantajlı, neyin önemli, neyin iyi olduğunu belirtmek öğretmenin sorumluluğundadır. Eğitim eylem için motivasyon yaratmalıdır. Çünkü gerekli miktarda enerjiyi sağlayacak motivasyonların yokluğunda hiçbir eylem gerçekleştirilmez.” Simone Weil sadece iyi bir öğretmen değildi, aynı zamanda kendini öğrencilerine adamış bir öğretmendi. Pek çok sorumluluğuna, kendine dayattığı zorlu hayata ve özellikle de korkunç baş ağrılarına rağmen okula her zaman zamanında geldi ve öğrencilerine indirimli olarak dağıttığı birçok kitap getirdi.

Öğrencilerine yazdığı mektuplar meşhurdur.

“İnsan bu dünyanın kanunlarından ancak bir anlığına kaçar. Durma, tefekkür, saf sevgi, zihinsel boşluk, ahlâki boşluğun kabullenilme anları. Bu anlarda doğaüstü yeteneklere sahip olur.”

Kaynakça:

Simone Weil, Tanrıyı Beklerken.
Simone Weil, Yerçekimi ve İnayet.
Daniela De Leo, Simone Weil, filozof ve eğitimci.
Reginald Blanchet, Simone Weil: Yokluğun Yazımı.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Zeliha Aypek
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version