“Antikçağ filozofları, özgür insanın alçalması olan çalışmaya nefret duymayı öğretiyorlardi; şairler, tanrının hediyesi olan tembelliği şakıyorlardı:
“O Meliboee, Deus nobis hœc otia fecit”
-Ey Meliboee, bir tanrı bize bu tembelliği verdi!”
(Paul Lafargue)
Bir şey yapmak veya yapmamak, işte bütün mesele bu!
Bir şey yapmadığımızda da bir şey yapmış olmuyor muyuz?
Bir güvercin bir ağaca tünüyor, öylece duruyor mumyalanmış gibi. İnsanları izliyor, türünün kolektif ritmine uygun olarak bunu yaparken bir şey yapmıyor görünüyor fakat bir şey yapıyor. İsveçli yönetmen Roy Andersson kim bilir kaç kez gözetlediği ağaca tünemiş güvercinlerden ilhamla bir film yapıyor; Roy Andersson bir şey yapıyor. İnsanları Seyreden Güvercin. Fantastik unsurlarla ve felsefi imgelerle bezenmiş filmin merkezindeki iki yaşlı ve mutsuz karakter eğlenmeyi unutmuş insanlara, onların hiç de ilgisini çekmeyen şaka oyuncakları satmaya çalışıyorlar. Kaldıkları odalarının bulunduğu sabit kamera açısıyla gösterilen koridor, soluk, iç daraltıcı, hayatlarımızın tekdüzeliğini aklımıza düşürüyor, ruhumuzun silik grisine karışan uçuk yeşilimsi zeminiyle izleyende oradan kaçma isteği yaratıyor. Binanın içindeki büronun kuralcı gece bekçisi her seferinde diline pelesenk olan “yarın sabah insanlar erkenden işe gidecek.” cümlesini kuruyor; gece gece felsefi sorular sormanın – Jonathan’ın yan odadaki arkadaşına “sadece kendi zevkin uğruna insanları kullanmak doğru bir şey mi?- yaşamsal gereksizliğine, saçmalığına işaret ediyor. Çünkü insanlar erkenden işe gidecekler, çünkü çalışmak zorundalar! Okul etkinliğinde küçük kız, dalın üzerine tüneyen ve düşünen bir güvercinle ilgili şiir okumak istiyor. Öğretmen kız şiiri okumadan önce şiiriyle ilgili birkaç soru yöneltiyor ve şiir şiirliğinden oluyor, ifşa edilip eksiltiliyor. Yaşamın estetiğine dair pek çok anlam da bu biçimde fazla didiklenmekten böyle boğulup gitmiyor mu? Filmin bu sekansında dikkati çeken bir diğer şey de, kızın anlatımına göre, güvercinin insanları izleyip beş parasız olduğunu düşünebilmesi ve akabinde yuvasına dönmesi. Kapitalist düzende sıkışmışlığın ve oradan çıkamamanın umutsuzluğunu ise son sahnede görüyoruz: İnsanların renklerin çekildiği kasvetli bir sabah erkenden kalkıp işe gitmek üzere durakta donuk yüz ifadeleriyle, sanki yapraklarından bihaber, canlılık gürültülerine alışkın bir sokağın ölesi gelmiş kuru bir ağacı veya o gün günlerden çarşamba olduğunu söyleyen ihtiyar bisikletçinin dükkanının fiziksel olarak sona erdiği, kaldırımdaki durak ismi direği gibi hareket etmeden otobüs beklemeleri, günlerden çarşamba mı perşembe mi olduğu tartışmasının absürtlüğü; tekrarlana tekrarlana otomatik pilota bağlanan düşünce ve eylem çitlerimizin dışına çıkamadığımızla, iş ve özel hayatımızı şekillendiren kişisel veya sosyokültürel rutinlerin müridleri olarak yaşam esteti olma fırsatını kaçırdığımızla yüzleştirir bizi.
Ruhun aynı süreklilikte ve hep aynı biçimde yinelenen fiziksel veya zihinsel aktivitelerden kendini uzak tutmaya, tembellik yapmaya, hiçbir şey yapmamanın tadını çıkarmaya da ihtiyacı vardır: İtalyanların “dolce far niente” dedikleri şeye.
Kendini içine doğduğu fiziksel ve toplumsal hatta çağsal gerçeklikten sıyırabilen birey veya sosyolojik anlamda aktör, hiçbir şey yapmamanın lezzetini tadarak kendisinin ötesinde bir boşlukta özgürlük ve düşünme alanı yaratabilme kapasitesi ile homo otiosus’tur. Amerikalı sosyolog Robert Stebbins’in önerdiği bir kavram olarak homo otiosus, boş zaman odaklı insanı ifade eder, fakat bu aynı zamanda aktif bir boş zaman anlayışını temsil eder. Boş zamanın zihinsel bir durum olduğunu savunan Stebbins, ciddi boş zaman, gündelik boş zaman, proje bazlı boş zaman ve optimum boş zaman kavramlarına öncülük etmiştir. Boş zaman bulmak yaşam kalitesini artırmada önemli bir ilk adımdır. “Homo otiosus, genel olarak boş zamanların peşinde koşar veya bunu gerçekleştirirken daha özel olarak örneğin, amatörler keman çalar, spor yapar, hobiciler pul toplar veya mobilya yapar veya sıradan boş zaman katılımcıları bir manzaradan veya televizyon eğlencesinden keyif alır. Homo otiosus harekete geçtiğinde bunu sosyal bir değişim takip edebilir. Bazen boş zaman, boş zaman etkinliği veya boş zamandaki ruh hâli, değişimi doğuran şeydir.”
Çalışmamak, bir şey yapmamak, tembellik ve boş zaman kavramları aynı kategoride ele alınmalıdır. Tembellik ve çalışmamak pek çok kültürde aşağılanan, kınanan, bazı dinlerde günah sayılan, makul olmayan davranışlardır. Yunan didaktik şiirinin babası sayılan Hesiodos, aylakları, bal arılarının emeğini sessizce tüketen,sömüren iğneden yoksun eşek arılarına benzetir. Lenin, çalışmak istemeyen yemek yemesin, der. Tembel kişi vurguncudur. Eski Ahit’te tembel, dışkılı taşa benzetilir, herkes onunla alay eder.
Çoğu kez işsiz güçsüz kişiyi ahlaki yargılarımızın idam mahkumu yaparız. Montaigne Denemeler’inde şöyle diyor: “Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz. -Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca işiniz değil, en parlak, en şerefli işinizdir.”
Seneca’ya göre aylaklık, zihnin bir faaliyetidir ve aylaklığı tercih etmek bir kusur değildir. Bu bize kendimiz, diğerleri ve dünya hakkında meditasyon yapma fırsatı veren bir ayrıcalıktır. Aylak kişi, her şeyden kendini çekmiş, korkudan arınmış, kendi kendine yeten, bilgelere özgü ayrıcalığıyla kendisi için yaşayandır. “…Başkalarının mutluluğunu görmeye dayanamadığımız için işlerden ve insanlardan kaçmak ama tıpkı ürkek ve güçsüz bir hayvanın korkudan saklanması gibi, kendisi için değil, midesi, uykusu ve şehveti için yaşamak en utanç verici hayatı yaşamaktır. Bu kişinin başkası için yaşamaması, kendisi için yaşadığı anlamına gelmez. Kaldı ki kararlarında kesin ve sebatkâr olmak o kadar güzel bir şeydir ki, hiçbir şey yapmama azmi bile lâzım bize. (Lucilius’a Mektuplar)
Tembelliğin insanın doğasında olduğunu savunan Jean-Jacques Rousseau, tatlı tembellikten bahseder. Çalışmak, gelecek öngörüsü ve kaygı uygar insanın sorunlarıdır. Bu durumda zevk veren tembelliği arzulamamız işten bile değildir. “Hareket etmekten kaçınırım, zira tüm zayıflığım eylem içindir, tüm gücüm negatif, tüm günahlarım unutulmuşluktan, nadiren simsarlıktan. İnsanın özgürlüğünün istediğini yapıp istemediğini yapmaması olduğuna asla inanmadım…” Dillerin Kökeni Üzerine Deneme’sinde (1781), hiçbir şey yapmamanın, insanın kendini koruma tutkusundan sonraki ilk ve en güçlü tutkusu olduğunu belirtir. Kant ise tam tersi düşüncededir, en derin doğamıza en iyi karşılık gelen şeyin çalışmak olduğunu söyler.
Sanayi devrimiyle birlikte çalışmanın ahlâksallaştırıldığını, kişiye itibar ve yer yer övünebileceği zenginlik ve ün getirdiğini, ahlâkın konusu olduğu kadar ekonominin de temel konusu olarak araçsallıktan amaçsallığa kaydığını görüyoruz.
Paul Lafargue, yayımladığı Tembellik Hakkı broşüründe, çalışmanın tembelliğin zevk çeşnisi olması gerektiğini ve bizi günde üç saat oyalaması gerektiğini söylediğinde haftada altı gün, günde ortalama 10-16 saat çalışıyordu işçiler. Tembellik ona göre bir haktır, normdur. “Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar, bu zihinsel sapkınlığa tepki göstermek yerine çalışmayı kutsallaştırdılar.” Makineler insanı ücretli kölelikten kurtaracak, ona boş zaman ve özgürlük verecek tanrıdır Lafargue’a göre.
Taş devrinde ilkel dediğimiz insanın günlük çalışma süresinin üç saat olduğu tahmin ediliyor. (Marshall Sahlin) Modern toplumun modern insana şu an dayattığı günlük ortalama çalışma süresi 6-8 saat. Günümüzde iş ve çalışma kavramı değişmiş olsa da, ofis dışında uzaktan çalışma imkanları işimizi kolaylaştırsa da hâlen en değerli şeyimizi yani zamanınızı para karşılığında satıyoruz, çoğu kez farkında olmadığımız varoluş amacımızdan sapmak pahasına. Lüks ve rahat yaşama güdüsü yüzünden, bu görüntüler çağında sosyal medya fenomenliği kuyruğunda önden şöhret ve mevki kapmanın tek yolu içselleştirilmiş çalışma ahlâkını/ ahlâksızlığını ve aşkını kapsayan yaşam stiline sahip olmaktır.
Filozof Bertrand Russel, çalışmanın köle ahlâkı olduğunu, modern dünyanın artık köleliğe ihtiyacı olmadığını savunur. “Boş zamanın iyi kullanımının medeniyet ve eğitimin ürünü olduğu kabul edilmelidir. Hayatı boyunca uzun günler çalışmış bir adam aniden aylaklığa kapılırsa sıkılmayacaktır. Ancak elinde hatırı sayılır miktarda boş zaman bulunmayan bir insan, hayattaki en iyi şeylerin çoğuna erişemez.”
Nietzche Tan Kızıllığı eserinde, çalışmanın yüceltilmesinde, bireysel olan her şeyden duyulan korkuyu görüyorum, diyor. Sabahtan akşama kadar sıkı çalışmanın en iyi kontrol aracı olduğunu, bunun aklın gelişimini en güçlü biçimde engellemeyi amaçladığından söz eder ki bu doğrudur. Çalıştırılmak özellikle de fiziksel olarak, devletin kontrol aygıtlarından en etkilisidir. Gün boyunca çalışıp yorulan kişide bilimsel düşüncenin çiçek açmasını bekleyemeyiz.
Bütün bir yazı yiyip içip eğlenerek, şarkı söyleyerek gönlünce geçiren ağustos böceği mi yoksa harıl harıl yiyecek toplayıp kışını garantiye alan çalışkan karınca mı olacağımıza karar vermek bu zamanda zor olsa da, hiçbir şey yapmamanın tatlı sarhoşluğuna kapılmanın ve çalışmamanın da efor gerektirdiği, erdem sayıldığı, yüceltildiği hatta bunun sonuçlarının fikirsel değişimlere yol açtığı dönemler olduğu da unutulmamalı.