Çay İçmem Lazım

Hasan Basri Er 603 Görüntüleme Yorum ekle
6 Dak. Okuma

Eşim ve çocuklarımla beraber şehrin küçük bir mahallesinin dar bir sokağında yaşardık. Dünyalar tatlısı dört yaşında oğlum ve biri altı, diğeri on yaşında iki güzel kızımla birlikte mutlu bir aileydik. Büyük kızım okula, küçük kızım ise kreşe gidiyordu. Ben ise evin gündelik işlerini yapar oğlumla evde kalırdım. Eşimi sabah işe uğurlamak, sonrasında ev telaşından oluşan aynı rutini takip etmek o zaman sıkıcı gelse de şimdi ne kadar huzur verdiğini anlıyorum.

Her şey birdenbire oldu. Bir hafta bile sürmedi çatışma söylentisi. İnanmıyordum tabi, hiç görmemiştim ki savaşı, çatışmayı. Bir sabah uyandığımızda evimizin sokağında eli silahlı 15-20 genci görünce işin ciddiyetinin farkına vardım. Sokağın başını barikatla kapatmışlardı. Sonraki günlerde gökyüzünden yapılacak saldırılardan korunmak için sırasıyla; ev ev dolaşıp çarşaflarımızı istediler ve evlerin en üst katlarından sokağın üstünü kapatacak şekilde karşılıklı olarak gerdiler. Sokağa inince artık gökyüzü de görünmüyordu.

Silahların isimlerini bilmiyorum. Sokağımızdaki gençler kahraman mı terörist mi onu da bilmiyorum. Ellerinde farklı türden ve boyutlarda birçok silah, evimizin altındaki garaj olarak kullandığımız giriş katında garip garip mühimmatlar, bombalar, silahlar ve ne olduğu hakkında hiçbir fikrimin olmadığı malzemeler, aletler vardı. Barikat olarak kum torbaları, beton yığınaklar yetmezmiş gibi bir de piknik tüplerinden oluşturdukları düzenekli bombaları gizli bir şekilde barikatların önüne ve içine gömdüler.

Artık yaşadığım yere ev denemezdi. Bir evin şehre açılan sokağı yoksa; kuşları ve bulutları gösteren masmavi gökyüzü yoksa nasıl ev olabilirdi?

Bir hafta boyunca böylesi hazırlıklar devam etti. Ulusal haber kanallarından doğru haber alamayacağımızı bildiğim için internetten farklı farklı sitelere girip ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Ama herkes kendi bakış açısını haber diye paylaştığı için hakikate ulaşmak ne mümkün.

Ne çocuklarım okula gidebiliyor ne eşim evden çıkabiliyordu. Evde çoğu zaman elektrik de olmaksızın ertesi güne sağ çıkmak için dua ederek uykuya dalıyorduk. Birkaç günümüz böyle geçtikten sonra bir gün farklı bir durumun olduğunu anlamıştım. Sokakta volta atan gençler yoktu, siper diplerindeki sayılarını da azaltmışlardı. Umarım her ne için savaşacaklarsa o meseleyi konuşarak halletmişlerdir. Gelin görün ki akşam 11 sularında tank atışları umduklarımın boş bir hayal olduğu gerçeğini yüzüme çarptı. Karşılıklı silah sesleri kulakları sağır edecek türdendi. Eşim, çocukları ve beni yanına alıp garaja indirmek istedi. Ama aşağıdaki silahlı kişiler aşağı inmemize bile izin vermediler. Serseri bir kurşuna hedef olayı göze alarak tekrar yukarı çıktık. Mutfakta, masanın altında iki büklüm; mermilerin evimize isabet etmemesi için dua etmekten başka yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Her top atışından sonra ev deprem görmüş gibi sarsılıyor, duvarlar çatırdıyordu. Sabaha kadar süren silah sesleri bazen daha gürültülü bazen daha sarsıcıydı ama hep vardı. Uykusuz geçen gecenin ardından sabah sesler azalmaya ve nihayet kesilmeye başlayınca sokağa bakmak istemedim. Karşılaşacağım şeyden korkuyordum. Çocuklarım korkudan birbirinin ellerini bırakmıyordu. Eşim pencereden sokağa bakıp yanımıza gelince gözlerinden vahşeti gördüm. İçimdeki ürperti daha bir arttı. Nasıl bir şeyin içine düştüm diye hayatı sorgulamaya başladım. Kimlerin savaşı onu bile bilmiyorum. Taraf tutmalı mıyım, kim haklı? Ya da şiddette hak var mıdır?

Tam üç ay sürdü bu durum. İlk haftadan sonra ben de sokağa bakmaya başlamıştım. Her gün sokağımızdaki komşulardan bir iki tanesinin çatışmada öldüğünü görmek artık şaşırtmıyordu. Sıranın ne zaman bize geleceğini düşünüyordum sadece. Sokakta günlerce defnedilmeyen cenazeler bile gördüm. O, bakmaya doyamadığım karşı evin süslü işlemeli pembe duvarı yoktu mesela. Evin iç duvarları bile delik deşikti. Bizim de evin tüm duvarları mermi izleri ile şarapnel parçaları ile doluydu. Neyse ki birkaç küçük yara dışında ciddi bir şey yaşamamıştık. Neyse ki diyorum çünkü ölümün yanında bunların lafı olmazdı. Yiyecek sıkıntısı, günlerce devam eden su kesintileri, ölüm korkusu, uykusuz geceler, kaygı iç içe geçmiş kâbus gibi her tarafımı sarmıştı.

Umutsuzluğa kapıldığım, tamam bu geceden sağ çıkamayız dediğim çok olduysa da her sabahında bir umut bu şiddet sarmalının bitmesini de bekledim. Çünkü şiddet ve ölüm, rutin hayatı anlamsız kılıyor. Çay içmek gibi basit bir eylem, artık ulaşılamayacak kadar lüks görünüyor. Savaşın ve şiddetin karanlık bulutları bir gün dağılıp barış yeniden yeşerecek mi?

Meğer Rus birlikleri ülkenin bir kısmını ele geçirip ülkenin askeri altyapısını vurunca, mahallenin gençleri güvenlik boşluğunu, ordudan aldıkları silahlarla, milis güç oluşturup doldurmaya çalışmış. Gençler ile Rus güçlerinin çatışmasıymış bu bizi bizden eden. Savaş ne kadar da kötü bir şey.

Bu kadar kötülüğün içinde iki şeyi öğrendim diyebilirim. Birincisi insanın ne kadar kötü olabileceğini, ikincisi şiddet çemberi etrafı sarmış olsa da ailedeki sevgi ve bağlılık dimdik ayakta durmayı sağlayabildiği.

Nihayet bir sabah Rus güçlerinin geri çekildiğini, arkadaşlarının yarısını toprağa vermiş sokaktaki gençlerin sevinç çığlıkları ile öğrendim.

Savaşın gözyaşları arasında, çocuklarımın güvende olmasını ve sevdiklerimle birlikte olma arzusunu ta yüreğimde hissediyorum. Şiddetin zorlu yollarında, sadece umudun ve sevginin gücüyle ayakta kalmaya devam edebildim. Gözyaşlarıyla dolu günlerimizde bile, sevgi, aile bağları ve hayatta kalma isteği bizi bir arada tuttu. Tolstoy yaşıyor olsaydı, romanlarından bir karakter olabilirdim. Gelin görün ki gerçeklik daha da karmaşık.

Biliyorum ki birkaç ay dahi geçmeden eşimi sabah işe uğurlamak, sonrasında ev telaşından oluşan aynı rutini takip etmek tekrar sıkıcı gelecek ve ben bunun verdiği huzuru unutacağım.

O yüzden sıcağı sıcağına, halen lüks iken, çay içmem lazım.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version