Cennete Bir Damla Düştü

69 Görüntüleme
6 Dak. Okuma

Cennete yağmur yağar mı ki? Hayal kurmak, hayatta bir kez olsun güzel şeyler olur umudu ile sabaha gözlerimi açmak istemiştim. Belki de çok güzel bir rüya görmüştüm. Başımı ellerimin arasına alıp yatağıma bağdaş kurdum. Şu kavanoz dipli dünyanın yaşanır kılınması için gerekli mucize yola düşmüş müydü? Kalbimde taşıdıklarımı dünyada görüp cennette sarılabilecek miydim? Hayatın benden beklentilerinin yüzde kaçını karşılayabilecektim, bilmiyorum. Sese döktüğüm her hayalim annemin de hayaliydi. Parmak uçlarımla daldığım hülyalar babamındı. Sanki bir kişi eksik miydik, bilmiyorum. Kar tanesi eriyip damlaya dönüştükçe umut doldum. Bozuk musluktan akan su damlasında gizli olabilir miydi mutluluğa çıkan yolum? Tek duam, anne ve babamın gözyaşlarından arta kalan damla olmamasıydı hayalimi süsleyecek o mucize. O bir damla cennetten cennete, oradan da kucağıma gelse en mutlu ben olurdum.

En çok düşlediğim şey, sarışın bir kız annesi olmaktı. Masmavi gözleri olsa da olurdu, olmasa da. Hayallerimin peşinden koşmaya devam etmiyorum zannetmeyin. Nedense bir anda “Sabır, yüzü ekşitmeden acıyı yudumlamaktır.” dedim kendime. Sonra, ayları, günleri ve dakikaları sabırla sayacağım günlerin güneşi her karşılayışında daha da umutlandım. Umut, fakirin ekmeğiydi. Annemde saklı cennetten ben gelmiştim. Yalnızlık Allah’a mahsustu. Şimdi aldığım müjdenin manşet haberini vereyim mi? Annem, cennetin yeni meyvesine gebeydi. Günler geçmek bilmiyordu. Çiğ taneciği büyüyor, yağmak için gökyüzünde vaktini bekliyordu. Ben coşayım, çağlayayım diye. Bu durumda saate takoz koymak da neyin nesiydi? Beklemek de kaderin bir parçasıydı. Zaman kavramı cennete ait değildi ki, o da fani ve dünyalıktı. Sonsuzluktan faniliğe bilet alan çiğ tanesi damla olup bir bahar günü avuçlarıma konar mıydı? Dua benden, takdir ise Yaratan’dı. Hem cennette anlaşabilmek için konuşmak da gerekmiyor olmalıydı. Benim anne ve babamın gözleri, tüm sözlükleri solda sıfır bırakırdı. Zaten bizim gözlerimizdeki mutluluğu söze dökecek ne dil ne de hatip vardı. Ben, bakışarak konuşulan dünyada sessiz çığlıklara yelken açan kaptan olmak istercesine kürekçilikten başladım hayata. Gerisini siz hayal edin.

Bazen sessizliğin tam ortasındaki hayatta avazım çıktığı kadar çığlık atıp kimselere duyuramamak hüznün kendisi olsa da hayallerim umudum oldu. Bir kadeh sevinç, avuç avuç hüzün vardı izbe sokakların sessiz dünyasında. Ama sadece hüzün, şikâyet asla. Güneşin doğması yakındı. Bana da güneş doğacak, cennetten ise berrak bir damla düşecekti hem de ilk damla. İnanmak, boşa çıkmayacak bir erdemdi aslında.

Bazen düşünürdüm uzun uzun. Acılarımı, hüzünlerimi, neşelerimi ve kızgınlıklarımı. Acılarımı kaldırım taşlarına, hüzünlerimi rüzgâra verdim geri verme diye. Kızgınlıklarımı ta içime hapsettim, ayaklarına pranga bile taktım, müebbet yediler. Sevinçlerim avucumun içinde, aç kapa mutlu ol tarifesi uyguluyorum kendime.

Adımı çok seviyorum mesela. Annemi ve babamı da. En çok sevdiklerime sevdiğimi söze döküp tebessümünü hissedememek bazen ağlatır beni. Alıştım ve sessizlikle barıştım. Gözler duygu yüklü olsa da gözyaşları hissizdir mesela. Üzülse de sevinse de berrak akar, ne hikmetse. Sonra anladım ki parmak uçlarımla duygularımı anlatabilirim herkese. Benim adım Cennet. Cennet ağlar mı? Kahraman Cennet olunca cehennemden alev taşıyan çok olur, değil mi? Hüzün denizinden yanardağa su taşımak gibi bir şeydi bunca yaşananlar. Anne ve babamın harfleri söze dökmek için diline çok da ihtiyacı olmadı aslında. Sevinince tebessüm etmeleri yeterdi bana. Hüzünlenince gözyaşı zaten her şeyi hallediyordu.

Parmaklar duygularımı anlatabilir mi, anne? Sadece tebessüm ederek “Sen benim babamsın.” diyebilir miyim? Tüm duygularımı parmak uçlarımda dile getirmenin mutluluğu parayla satın alınamazdı. Yerin ve göğün sahibi adaletlidir. Yasin Suresi’nde “O gün biz onların ağızlarını mühürlerken, elleri bizimle konuşur…”

Anlaşabilmek için kelimeler söze dökülmese de olurdu. Gözler her şeyi anlatmaya yeterdi. Gönül gözü ile yüzlerce dizelik şiir yazar, okurdum sadece bakışarak. İşte tam da burada anladım mutlu olmak için seslerin cümle olmasının önemi olmadığını. Kuşlar şen şakraktı. Sadece cik cik sesi ile birbirine serenat yaparken, boştu haktan gelene üzülmek. Ağaçlar baharda taze filizlerin neşesine ortak olurken, sonbaharda aynı ağaç ayrılığın başlaması karşısında hüznü paylaşmayı başarabiliyordu. Tıpkı ben gibi…

Dünya, güneşin her doğuşunda yeni bir mucize ile gelirdi. O da söze dökmez ama mutluluk vermeyi çok iyi bilirdi. O gün Cennet’in avucuna bir yağmur damlası düştü. Aslında bu, aylardır kurduğu düştü. Cennet’e cennetten bir armağan, cennete gitmek için küçük bir mola verecekti dünyada. İşin garip tarafı, buram buram cennet kokuyor, cömertçe yayıyor ama konuşamıyordu. Bebekler zaten konuşmazdı. Olsun, ben alıştım sessizliğe ama “Abla, seni çok seviyorum.” diyeceğin anı da iple çekmiyorum zannetme. Hayat beklentilerden ibaretti. Şimdi hayalini kurduğum melek kucağımdaydı ya, ne desem boş. Yıllardır beklediğim bereket habercisi, ilk yağmur damlası önce gönlüme sonra da avuçlarıma inmişti. Adını söyledikçe adımı hatırlatmalı, içimden bir parça olmalıydı. Düşündüm, düşündüm ve “Cennete düşen ilk yağmur damlası” olmalıydı. Tuana’m benim. Sessizce, sessiz yuvaya kanatlanıp gelen meleğim. Doğduğun günü şah damarıma, Yaradan’a en yakın konuma not düştüm. İyilikleri kayıt altına alan meleğinin defterinin en alt köşesine adını imzam yaptım.

Haydi, sarı meleğim, bu akşam ailemize cennete düştüğün andan bahset ama parmaklarınla… Ben de sana avuçlarıma konduğun anı anlatayım ama odamızda. Olur mu?

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version