Zaman, bildiğimiz zaman. Fakat getirdikleri aynı değil. Çünkü dümeninde, kendi yolunu keşfetmesi için gönderilen insanoğlu var. İlerledikçe farklılaşan doğrularıyla, yeniden ve durmadan kendini inşa eder. Önce düşüncelerinde başlar değişim. Sonra ise insanın olduğu her alan etkilenir. Var olan her doğrumuz yeni bir renk ve şekle bürünürken, görünmez zar gibi kabuklarını atar. Bilinçli bir şekilde geriye dönüp bakmadan anlayamayız bunu. Doğadaki diğer canlılar gibi bizler de arkamızda izler bırakarak yol alırız. Bir tek özümüz her daim varlığını korur, değişmez. Kim olduğumuz, nasıl bir kimse olduğumuzun içinde saklı bir cevherdir.
Bir mikro kimlik, içimizde kim olduğumuzu fısıldar. Kendisini çağlara bölüp, yıldan yıla taşımaya çalışan insan da gücünü aslında buradan alır. Yüzyıllardır var oluşumuzun konuşmaktan geri duramadığımız hikayesinin özü, yine bir küçük insancıktır. O kadar basit olmak kimisinin kulaklarına hoş gelmeyecektir. Çok komplike ve anlaşılması zor olmayı etiket yapıp alınlarının ortasına asanlar sevmezler bu işi. Halbuki bu yaptıkları bile zamanın değiştiremediği kibirlerinin bir alışkanlığıdır. En ilkel insan davranışları beslendikleri özün ehlileştirilmemiş olmasındandır.
En büyük handikabımız ise çocuklarımızın eğitimidir. Özellikle bugünü kendileri kurtarmaya çalışan bizler, geleceğimizi de çocuklar üzerinden yönetmeye devam etmek isteriz. İnşa etmek olsaydı bu niyet elbette güzel bir yatırım olarak bakacaktık. Fakat “doğrular krallığının” muhafızları olarak yetiştirilmesi gereken proje gibi bakılıyor çocuklarımıza.
Sistem durmayan bir fabrika gibi gece gündüz çalışıyor. Her aşamada değişen kalıplara, gönüllü olmazsa da zorla ve sindirerek sokuyoruz çocuklarımızı. Nihayetinde bunu da başarı olarak nitelendiriyoruz. Zaman kötü diyerek hayatta tutmaya çalışırken, zorlu bir yarışın içinden geçirerek de sözde geleceklerine hazırlıyoruz. Sonuç olarak yaşayamadan hayata tutunmaya çalışan ve birbirine benzeyen bireyler yetişiyor.
İçinde bulunduğumuz bilgi çağına bu ismi verirken, odak noktanın bilgi olması da manidar geliyor bana. Daha çok bilgiye kolayca ulaşabiliyoruz. Hep daha çoğunu biliyoruz. Ama yorumlamaya vakit yok, durursan geride kalırsın. Dinlenmeden ve en önemlisi düşünmeden sana sunulan tüm bilgileri sonuna kadar ezberlemelisin. Çünkü biz çağı yakalamak için dört nala koşmalıyız. Ancak bu sırada yanından hızlıca geçtiklerimizi göremiyoruz. Çünkü sistem bunu istemiyor. Bir bilgisayarı kodlar gibi belirli veriler girilip öğretiyoruz “nasıl yapılır” ı. Fakat eğitemiyoruz, çevresel etkenler devreye girince nasıl “kriz yönetimi” yapılacağını mesela.
İşin kolay tarafından eleştiri yapıyorsun da denilebilir. Fakat insanlık tarihi boyunca eğitilebilen bu çocuklar, sistem gayet basitken sorun çıkarmadan yollarını, kendilerini bulabilmişler. Peki, ne oldu da bu denli kontrolü kaybettik! Eğitimin merkezi kaydı çünkü. Çocuk taklit eden demekti. Ailede gördüğü her hareketin yanında, hissettiği her duyguyu da özümseyen bir yapıya sahiptir. Aslında her insanın öğrenme mekanizması aynı işliyor. Fakat belirli bir yaştan sonra insanların kişilikleri ve doğru/yanlış kodları oluştuğu için çevrenin etkisi azalıyor. Hâlâ çocukluk çağındaki birey ise savunmasız bir şekilde sünger gibi etrafının sunduğu her şeyi benliğine alıyor.
Dünya üzerindeki çeşit çeşit insanların alışkanlıkları bile öğrenilmiş bilgilerin aktarımı diyebiliriz. Örneğin, bizim ülkemizde çekirge veya herhangi bir böcek önünüze geldiğinde iğrenirsiniz. Yemeğe gelse, tabağıyla bir atanlar bile olacaktır. Fakat farklı bir coğrafyada bu bir ziyafete dönüşebiliyor. Çocuk bunu, içine doğduğu toplumda yaşarken, gözlemleyerek öğreniyor. Yiyerek tadına, sürekli görerek varlığına alışıyor ve çevredeki insanların tepkilerini taklit ederek de beğenisine kaydediyor.
Fark etmemiz gereken asıl bozulmuşluk, toplumun sorgulayan ve yorumlayan yetişmiş bireylerinin doğrularının değişmiş olması. Duyarsızlık, ellerini attıkları her noktada ortaya çıkıyor. Bütün bir insanlık olarak masumiyetimizi yitirmiş gibiyiz. İyi bir iş yapayım diyenler bile ellerini çektiklerinde, bir yerlerden gelip bulaşmış tortular bırakıyor geride. Belki de anne babalara okullar açmalıydık aynı zamanda. Çocuklarımıza bir şeyler vermeye çalışırken, çamurun içine düşmüş mücevhere su dökene benziyoruz. Sadece çamurun kurumasını engellemiş oluyoruz. Ya o bataklığı kurutacağız ya da o cevherleri o ortamdan kurtaracağız.
Bugün ayrı koltuklarda reels izleyerek akşamı geçiren aileler, çocuklarının bilgisayarın başında çok oturduğundan yakınıyorlar. Birbiriyle sohbet edemezken, çocuklarının yaşadıklarını paylaşmadığından; akraba ziyaretlerini bitirenlerin, anne baba diye hatır gütmediklerinden; sürekli işe gitmekten yakınanların, çocuklarının şükür etmeyi bilmemesinden şikayetleriyle karşılaştığımız gibi… Düşünen her insanın çevresinde bulabileceği onlarca örnekten bazıları bunlar. Maalesef çocuk yetiştirmeyi sisteme devredip, sorumluluktan kurtulduğunu zanneden bazı ebeveynler var. Bu yanlış bir yerde önüne geçilemezse büyüyerek tüm topluma dağılacaktır.
Zaman, değişen doğrularımızla bizleri ağırlamaya devam edecek. İçinde yaşadığımız evrenin merkezinde biz varız. Eskiler “Herkes kendi evinin önünü temizlese,” derken bize en temel gerçeği basitçe anlatmışlar. İşi karmaşıklaştırmaya gerek yok. Bizler gelişip değiştiğimizde ve hayatımızı buna göre dizayn ettiğimizde, etrafımızı saran ve etkileşimde olduğumuz herkes bir nebze payını alacak. Suya atılan taşın oluşturduğu halkalar gibi.
Eski büyüklerimizin ve dünya üzerindeki bilgelerin hayatın içinden nasıl sıyrılıp bu kadar gelişebildiklerini hep merak ederdim. Belki de bir kenara çekilip kendine bilgi yüklemesi yapmak değildi. Belki de topluma faydalı olmak adına kendisini ve çevresini inşa çalışmasıydı onların yaptıkları. Bu şekilde gayret ettikçe geliştiler ve geliştirdiler toplumlarını. Her çiçeğin bir koku yayarken, bir bahçenin ise çok uzaklardan bile kokusunun alınması gibi. Eğer bizler de bu yoldan gidecek olursak önce kendimizden başlamalıyız. Sonra zaten elimizin değdiği her şey bizimle aynı renge boyanacaktır. Zamanın ne taşıdığını belirlemek bizlerin elinde ama bolca emekle birlikte.
Yaradılış amacını arayan bir insan, hangi dinden olursa olsun, insan olmanın bir sorumluluk gerektirdiğini baştan kabul etmek zorunda. Bu amacı da ne şekilde tanımlarsa tanımlasın, yorulmaya geldiğini unutmaması gerekir. Çünkü, zaman bana neci, tembel insanlara karşı merhamet göstermeyen bir öğreticidir. Oturduğu yerden sadece eleştiri üreten bir toplum kendi kendini öğütüp sorunlar üretecektir, çözümler değil…