Kaan, o gün yağmurlu bir sabaha uyandı. Minik çekik gözlerini bir iki ovaladı, hafifçe gerindi. Gece boyunca yerde sürünen yorganının bir ucunu zor zahmet üstüne çekti. Üşümüştü. Yataktan çıkmak istemedi. Ola ki tekrar uykuya dalar, annesinin sesiyle tekrar uyanırdı. Ama duyduğu sesler onu bir türlü rahat bırakmadı. Gökyüzünden yeryüzüne düzenlenen bir yarış vardı sanki. Penceresine vuran yağmur damlaların şakırtısı, bu yarışın ne kadar çetin olduğunu gösteriyordu. Bitiş noktasına ulaşan yağmur damlacıkları penceresinden usul usul süzülüyordu. ‘Ne zaman bitecek bu yarış? Ne kadar da yoruldular.’ diye geçirdi içinden. Yağmurun bitmesi için şimşek babanın gelmesi gerekiyordu tabi. Ama o da bir türlü gelmiyordu nedense. Yarışı kızdıran, ardı ardına tezahüratları kesilmeyen şu rüzgâr bir kesilseydi, kesin gelirdi. Rüzgârları pek sevmezdi Kaan. Çok hızlı, görünmez ve soğuk.. Onun yerine göz alıcı şimşekler olsun isterdi hep. Işıltılı, parlak ve sakin
Kaan, kısa bir bekleyişin ardından daha fazla yatakta kalmaya tahammül edemedi ve gözleri yarı açık yarı kapalı yataktan doğruldu. Her zamanki gibi dün de toplamadığı oyuncakları odasının her bir yerine dağılmış, dışarıda olan bitenden habersiz, öylece boylu boyunca yatıyorlardı. ‘Oh ne ala, ben sabahın bu köründe kalkayım, siz uyuyun bakalım güzel güzel! Oyun yok size bugün.’ Kaşlarını olan gücüyle çattı ve oyuncaklarının üstüne basa basa bir çırpıda odasından çıktı.
Merdivenlerden inerken evin gittikçe soğuduğunu fark etti. Normalde kendi odası evin en soğuk yeriyken nasıl soğumuş olabilirdi buralar? Çatık kaşları alnına yayıldı, minik çekik gözler hafifçe açılmaya başladı. Sabahın bu saatlerinde böylesi bir merak duygusu çok nadir rastlanır bir durumdu Kaan’da. Aşağıya indiğinde hemencecik gizem çözülüverdi. Bir ziyaretçisi vardı evin. Hem de hiç sevmediği bir ziyaretçi. Kapı sonuna kadar açılmış, rüzgâr evinde oradan oraya cirit atıyordu. Kaşları hızlıca bir araya toplandı ve ‘Seni kendini bilmez serseri kim dedi sana gir diye içeri’ diye söylendi. Kapıya iki kolunu da dayamış tam rüzgara haddini bildirmek üzereydi ki, evlerinin az ötesinde bir çukur dikkatini çekti. Rüzgârla olan hesabını sonraya bırakıp tekine, tersine bakmadan ayağına geçirdiği terlikleriyle pür dikkat çukura yöneldi. Bu kocaman bir çukurdu. Hatta o kadar büyüktü ki gökten ay dede gelse otursa, evim der içinden çıkmak istemezdi. Kaan’ın gözleri bu sefer hiç olmadığı kadar açıldı. Yağmur damlacıkları koşturmaya devam ediyor, bitiş noktalarını Kaan’ın küçük bedenine yöneltiyorlardı. O gün ilk defa yağmur suyuyla yüzünü yıkadı. Kendine geldikten kısa bir süre sonra, ‘‘Dün gece uykumda kesin bir şeyler kaçırdım. Acaba dün gece saydığım yıldızlardan biri mi düştü? Ama onlar da minicik şimdi, bu kadar derin bir çukuru açamazlar ki. Yok yok bu kesin Dr. Met Çoko’nun gemisinin izi. İşe bak ya, dünyaya, hem de tam benim dünyamın dibine kadar gelmişler, roboçokolar buralarda koşturmuşlar, belki Deniz’lerin evine kadar gidip o tatlı çikolatalardan çok istediği kılıcı yapmışlar, ben horul horul uyumuşum.’’ diye söylendi, kızdı kendine. Sonra, bir koşu botlarını kabanını alıp, ‘‘Zırhım, kalkanım, kılıcım, baltam hepsini almalıyım’’ diye ekledi içinden. Bahçeden bir kürek, bir keser, bir de halatı kaptığı gibi koşa koşa çukurun yanına gitti. Ortalıkta kimsecikler yoktu. ‘‘Roboçokolar çok uzaklaşmış olamaz. Onları bulmalıyım.’’ Kaan’ın en büyük hayaliydi bu. Roboçokolarla birlikte çikolatadan kocaman bir gemi yapmak. Ve o gemiye binip dünyadaki bütün çocuklara çikolata dağıtmak. Kaybedecek vakti yoktu. Hemen halatı en yakın ağaca bağladı. Var gücüyle sarıldı halata, sarktı çukurdan aşağı. Çukurdan indikçe çukur derinleşiyor, bir türlü ayaklarını dibe değdiremiyordu. İnmeye devam etti. Halat bitti bitecek derken, ayaklarının altından yeşil bir ışığın süzüldüğünü fark etti. Işık ayaklarından bacaklarına kadar yayıldı ve ellerine baktığında parmak uçlarına kadar fıstık yeşile boyandığını gördü. ‘‘Bu da ne böyle? Neler oluyor bana?’’ derken artık halata ihtiyacı kalmamıştı Kaan’ın. Boyandığı yeşil renk ona hafiflik veriyor, havada süzülüyordu. Tüm bu olanlar karşısında korkuyla şaşkınlık arasında çukurun içindeki bir oyuktan yaşlı bir karıncayla göz göze geldiler. ‘‘Yolculuğunu biliyorum evlat. Işığı takip et’’ dedi ve oyuğuna geri çekildi. ‘‘Bu yaşlıları da anlamak zordu gerçekten. Ne vardı yolu tarif etse, hemen oyuğuna geri çekilmesen. Hep yalnız kalmak isterler yaşlanınca? Neden? Hayat boyu yalnızlığınız yetmedi mi sanki? Ne var yanımda kalsaydın? Birlikte devam ederdik yolumuza. Belki ışığım sen olurdun.’’ diye söylentiler düşüncelere akarken, ‘‘Tabi ya belki ışığım yaşlı karıncadır.’’ dedi Kaan ve küreğini alıp oyuğu minik darbelerle genişletti. Kazdı, kazdı, kazdı. Ama oyuk bir türlü açılmıyordu. Ellerindeki ışığın git gide solduğunu görünce bir nefeslik durdu. İlk defa durmanın ve nefes almanın ne kadar tatlı bir şey olduğunu fark etti. Çikolata gibi tatlıydı. Bir daha nefes aldı. Bu sefer çikolataların kokusu geldi burnuna. Sakinleşti. Gücünü topladı ve küreğinin son bir darbesiyle oyuk açıldı ve gözlerini kamaştıran bembeyaz bir ışık tüm çukuru kapladı. Sanki bulutların içindeymişçesine bir beyazlık. Nefes aldı yeniden. Aldığı ve verdiği her nefeste ortalık yavaş yavaş görünür şekle büründü. Roboçokoları gördü. ‘‘Buldum buldum sonunda sizi buldum’’ diye sevinç çığlıkları atarken Kaan’ın etrafı, bir anda nereden geldiğini anlayamadığı şiddetli bir soğukla çevrildi. Bu azılı düşmanı serseri rüzgardan başkası değildi. Doğru ya yarım kalan bir hesapları vardı. Kaan keserini sıkıca kavradı. Ola ki kullanmaya gerek duyardı. ‘‘Hoş geldin küçük bey işte karşındayım. Bana kafa tutuyordun. Bak şimdi karşındayım. Dostların elimde. Artık onları kimse elimden alamaz.’’ Kaan bu sefer söylenmedi, kaşlarını çatmadı. Sadece derin bir nefes aldı ve bedenini hafifleten bolca yeşil ışığını yükledi, keseri elinden düştü ve dinlemeye devam etti. ‘‘Beni sevmeyen tek çocuk sen değilsin. Biliyorum. Siz hep ışıklı mışıklı şeyler seversiniz. Gürültüsü çıksa da şimşeklere baba dersiniz. Ama ben geldiğim an hemen evlere kapanırsınız. Kaçarsınız benden. Görmezsiniz beni. Oysa ben görünmez miyim? Hayır. Hayır. Yaprakların nasıl uçtuğunu izlediniz mi siz? Ya o koca koca ağaçların nasıl aynı yönde sallandığını?’’ Haksız sayılmazdı rüzgar. Doğru söylüyordu. Rüzgarın neden bu kadar soğuk olduğunu anladı. Sevmemişti hiç rüzgarı. Üzüldü rüzgar adına. Sevginin ne kadar güçlü olduğunu, sevgisizliğin nelere yol açacağını düşünmeye başladı. Çikolataları sevmek gibiydi sevginin gücü. Hem mutluluk hem güç veriyordu varlığı. İçini saran sevgiyi hissedebiliyordu Kaan. Rüzgar karşısında bir şeyler söylemeye devam ediyordu ama yüzünde rüzgara karşı bir tebessümle öylesine seyrediyordu rüzgarı. Birden kulaklarına şimşek gibi vuran şu sözleri duyunca kendine geldi, ‘‘Hepsini bir güzel yiyip yutacağım hahahhah. Bundan sonra her estiğimde rengim kahverengi kokum çikolata olacak. O zaman ola ki kaçmazsınız. O zaman seversiniz beni.’’ Kaan bu sözlerle silkelendi kendine geldi ve ‘‘o zaman sen rüzgâr olmazsın ki, çikolatalı rüzgâr olursun. Ve inan bana çocuklar çikolatanın her türlüsünü sever ama rüzgârlı bir çikolatayı asla sevmezler. Belki seni göremediğimiz için sana sevgimizi gösteremedik. Tüm çocuklar adına özür diliyorum. Ve biliyor musun? Ben seni şimdi çok seviyorum.’’ Roboçokolar, rüzgar, şimşek, yaşlı karınca hepsi hayretler içerisinde Kaan’ı dinliyordu. Rüzgar ne diyeceğini bilemez halde elinde roboçokolar kalakaldı. İlk defa bir çocuk kendisine seni seviyorum demişti. Kendi kendine tekrarlamaya başladı. ‘‘Bana seni seviyorum dedi’, ‘seni seviyorum, seni seni seviyorum.’’ Elleri gevşedi roboçokolar serbest kaldı. Onlar da katıldı, ‘‘seni seviyorum, seni seviyorum’’ ve ardından şimşek, yaşlı karınca, Kaan hep bir ağızdan bir bütün olarak, ‘‘seni seviyorum’’.
Rüzgar, Kaan’ı boynuna aldı, roboçokoları da kucağına, bir nefesle çukurdan yukarı çıktılar. Etraf günlük güneşlik olmuş parka çocuklar çoktan doluşmuştu bile. Kaan yeni arkadaşına teşekkür edip roboçokolarla vedalaştı. Çukura rengini ve kokusunu veren onlardan başka bir şeyler değildi. Onlar oraya aitti. Ve ne zaman ihtiyaç duysa bir nefes kadar yakınında olacağından emindi.
Koşar adımlarla eve gitti. Annesi çoktan kahvaltı masasını hazırlamıştı bile. Mis gibi kızarmış ekmek ve en sevdiği çilek reçelinin kokusu sarmıştı evi. Kaan üstü başı çamur içinde mutfağa geldi. ‘‘Günaydın anne ne kadar da güzel bir gün’’ Annesi oğlundan sabahı bu şekilde karşılamasına alışkın olmadığı için şaşırdı. Çamurlu hali sorgulanmadı bile. Birlikte güle oynaya doğru banyonun yolunu tuttular. Kaan’ın annesine anlatacağı bir macerası vardı. Annesinin de oğluna vereceği güzel bir haber. ‘‘Biliyor musun Kaan, evimizin karşısına kocamaan gemiden bir park yapılacakmış. Senin en sevdiğin taşıtlardan. Yelkeni, dümeni, küreği, halatı, hepsi olacakmış. Bu sayede artık geminin kaptanı da sen olursun, ne dersin?’’ Kaan o gün yaşadığı sevinci başka hiçbir gün yaşamamıştı. Ekmekler soğudu, Kaan hala evin içinde sevinçten koşturuyordu.
Harika bir yazı olmuş.
Kalemimize sağlık 🙂
Çok teşekkür ediyorum🙏