Oksijenin, karbondioksitin, azotun yanında şuurun da yer bulduğu zamanlarda kişinin; insan olup olamadığı derdine, dert edindiğine bakarak anlaşılırmış. Eğer ki tek derdi kendiyse, olmadığına; eğer ki diğer insanlar ve canlılarsa, olgunlaştığına kanaat getirilirmiş. Şimdiyse mumla aradığımız bir şey, insanın kendini dert edinmesi, fark etmesi…
Kendimi fark edebilmem için evvela kaybetmem gerekliymiş, bu nasıl bir oyun, bu nasıl bir temaşa? Biz verildiğinde bize, biz yoktuk o alemde; tüm hikâye burada mı başlıyor acaba?
Neye sahip olduğunu fark etmesi için bulması gerekmiş insanın, garip, bu girdaba kendini de dahil etmedeki bu hevesi; adillik, acizlik mi, bir Ali Cengiz oyunu var sanki bu işte.
Hem zaten insan, istese de istemese de yitiveriyor ki engelli ve oldukça dik yokuşlara sahip yaşamda.
Varsın dağ gibi olsun hayat, dağlarda saklı bir sürü kanat var, birine rast gelir elbet yolumuz, sonra kuşluk vakti cümbüşüne katılırız; renkleriyle boyanır, coşkunluk içeriz gözlerimizden iliklerimize, sonra sonrası gece karanlığında kayboluruz onunla, olması gerekenin böyle bir kayboluş olduğunu sorgulamadan, hem Allah aşkınıza, insan nasıl kaybeder kendini kendinden…
Ad kavmi, sağlam binalar yapamadıkları için helak oldular deyip kayalıklara yaptıkları evlere güvenen Semud kavmi; baksanıza, kayalıklar da kaybolmaya mahkûm, mahkûm olana güvenilir mi?
Hayat zaten hızla yok olalım diye verilmiş bize, şeklini hangi rüzgârın getirip hangisinin götürdüğünü takip edemeyen bulut misali. Hayat zaten yavaş yavaş kaybolalım diye verilmiş bize, damlaya damlaya biten kocaman bir bulut gibi. Bizi bazen beyazla, bazen toz pembeyle, bazen de griyle sarıp sarmalayan. En çok da grinin içinde umut saklayan. Hem Allah aşkınıza, insan nasıl saklar kendini kendinden.
Bulut, dağın en yakın arkadaşı. Biri daha ketum ve sırlı olsa da birlikte yüzüyor, birlikte süzülüyorlar kıyamete en büyük yok oluşa doğru… Hem Allah aşkınıza, insan nasıl yok eder kendini kendinden?