Dedemin Saati

178 Görüntüleme
3 Dak. Okuma

Bugün bana dedemin saati miras kaldı. Bir garip adamdı, saatinin pili bitince pil taktırıp kullanmak yerine saat takmaktan cayardı. Saatini kaldırmış koymuş bir kutuya. Hayat işte, ince tevafuklardan ibaret hakikaten. Kol saatinin durduğu âna gözüm çarptı. Hastaneden bizi vefat haberi için aradıkları saatle aynıydı. Belki de üzüntüden fazla anlam yüklüyorum ama sanki kader filminde önceden ima edilmiş ölüm zamanı. Hiçbir şey ifade etmese de bu durum, insan üzülmeye ve anmaya sebepler arıyor işte.

İnsan hayata ne bırakabiliyor ki? Bir saat, bir tespih ve de birazcık nasipliyse ölmek üzere başka insanlar. Ciddi bir şekilde düşününce bunu, ne kadar korkunç bir fikir haline geliyor. Allah biliyor ya! Bu zamana kadar ölümden hiç korkmadım. Hâlâ da pek korktuğumu söyleyemem ama geride kalmaktan hep korktum. İnsanları toprağın bağrına bırakıp dönmek, sadece özlem ve yoksunluk hissi doğurmuyor insanda. Ölenin çaresizliğine bakarken kendi haline takılıp düşüyor insan. Bu şekilde düşünce, zaman zehrinin damarlarımızda yavaş yavaş akışıyla yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Şifasız bir zaman hastalığına tutulduğumuzu fark edip dünya yatağındaki hasta halimizin manzarasıyla yüzleşmek ancak ölümü seyretmekle gerçekleşiyor. Ölümü hatırlamak, kendimizi hatırlamaya yetmiyor. Şahit olmamız gerekiyor ki kendimize de eceli yakıştıralım. İyice görebiliyorum artık saçıma, sakalıma düşen birkaç akın, umutla arasının bozuk olduğunu. Keşke beyazlarımızı koparmaya yarayan bir cımbız olduğu gibi, ümitsizliğimizi de söküp atabileceğimiz bir cımbızımız olsaydı. İşte o zaman, tek bir pürüz kalmayana kadar giderdim kalbimin üzerine. Kılla tüyle, sapla samanla yani dünya telaşıyla üzeri örtülen kalbimi, gerçek haliyle görmeyi o kadar çok istiyorum ki bu arzuyla acımı bile unutabiliyorum. Aslında büyük bir hata yapıyorum çünkü acıyla alınan hür nefesler, geri verildiğinde zihnin tozunu kaldırmaya muktedirlerdir. Canımızın yanması pahasına da olsa bastırmamamız gerekir hiçbir duyguyu. Öfke, neşe, nefret, acı, heyecan ve daha nicesi çıkmalı meydana. Çıkmalı ki insanın ruhu, hapsolmasın küçücük bedenlerde ve kör kavgalarda. Fakat bu hürriyet, öyle bir denge ikliminde olmalı ki duygular da bizi bastırmamalı.

Yaşamak da kolay iş değil hani! Hem ölümü bekle bunca hissiyatın içinde hem de zamanın hırçınlıklarıyla uğraş. Diğer insanların gönlünce olma telaşı da cabası. Peki olanca mücadelenin içinde ne ara kendi gönlümüzce olacağız? İnsanın kendi gönlüne yetebilmesi için kaç ölümü biriktirip acının üzerine salması gerekir? Bir cevabı yok zannımca bu soruların. Her şeyin elbette bir eceli var ama acı ölümsüz gibi görünüyor. Belki de o yüzdendir, insanın duygularının arasında en çok acıyı bastırmaya çalışması. Bu saatten sonra acıya savaş ilan edecek halimiz yok ama teslim de olmayalım, yaşama devam etmekle ölümden kaçmamak arasında bir ölçüde bastıralım madem acılarımızı. Acıyı bastırmak için akıl takılıp kalıyor “İrtihal hali, zamanı durdurduğunda benden ne kalır dünyaya?” sorusuna. Buna cevap verebilmek için sanırım biraz daha yaşamam lazım. Bu soru, başkasını bilmem ama benim kelimelerimi yetersiz bıraktı. Ömrüm tükenmeden önce bu soruya cevap biriktirmek zorunda hissettim kendimi…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
5 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version