Çin İstanbul Başkonsolosu CuiWei, “Aşırı dinci düşüncelerden etkilenen insanlar eğitim merkezlerinde yeni ve modern bir hayata kavuşuyorˮ demişti 2019 yılında. Hatta “Orada okul gibi olan mesleki eğitim merkezlerine toplama kampı denilmesini kesinlikle kabul etmiyorum.ˮ diye de eklemişti. Sahi burası iddia edildiği gibi nezaket kurallarının, meslek eğitiminin, kültürel düzeyin arttırıldığı bir okul mu yoksa buradan kaçan vatandaşların isyan ettiği gibi bir toplama kampı mı?
Uygurlu kardeşlerimizin birebir naklettiklerine göre bu yazıyı hazırladım ve maalesef gerçekler gün yüzü gibi açık!
Okul görünümündeki bu toplama kamplarını hiçbir suç isnat edilmeden ve mahkemece yargılanmadan tutuklanan Uygur Türkleri oluşturuyor. Maalesef kampa gönderilmeden hamile kadınların bebekleri alınarak öldürülüyor. Çocuklar ise yaklaşık 3 milyon çocuğun dayak ve tecavüz baskıları altında yaşadığı çocuk toplama kamplarına gönderiliyor ya da başka amaçlarla ailelerinden kopartılarak izleri kaybettiriliyor. Kamplara mahkum edilen Türkler hakkında aileleri ve yakınları bilgilendirilmiyor. Ne kadar süre kalacakları ve neler yaşayacakları da Uygur Türklerine anlatılmıyor.
Küçük bir cehennemi yaratmaya çalışan ve adına okul diyerek yaşattığı vahşeti yok sayan Çin Komünist Partisi, burada kendi ideolojilerini empoze ediyor. Siyasi beyin yıkama faaliyetlerinin her gün defalarca yapıldığı bu kamplarda, tutukluların aile ya da arkadaşlarını da fişlemeleri ya da rapor etmeleri isteniyor. Ki bu ideoloji daha pek çok mazlumun canını yakabilsin…
Köle işçi olarak çalıştırılan Uygur Türklerine, sistematik bir şekilde işkence ve tecavüz uygulandığını artık hepimiz biliyoruz. Peki ya özellikle kadınlara toplu tecavüz uygulanırken, ne kötüdür ki, bu abes işin Uygurlu erkeklere çığlıklar altında izlettirildiğini? O kadınlardan bazılarının kendi kardeşi, kızı, karısı, annesi olduğunu düşünürsek, bu işkencenin dünyadaki cehennem azabı olduğunu söyleyemez miyiz?
Bu çirkinliklerin yanında erkeklere ve kadınlara özgü kısırlaştırma faaliyetleri de var. Ancak aynı faaliyet Çinli kadın ve erkeklere karşı uygulanmıyor. Buna kısaca etnik soykırım da diyebiliriz!
Bunların yanında tıbbi ve biyolojik deneylerin yapıldığı tutuklulara, bilmedikleri ilaçlar içiriliyor. Bu ilaçlar zihni zayıflatıyor, kişiyi psikolojik rahatsızlıklara itiyor ve ciddi anlamda sağlığını bozuyor. Hatta kamplardan bırakılan insanların büyük kısmı ne bir daha eski hallerine dönebiliyor, ne de uzun yaşayabiliyor. Aksine kısa süre içinde vefat ediyorlar…
Bu kamplarda Uygurlu kardeşlerimizin ana dillerini konuşmaları da yasak. Konuştukları takdirde dayak, tecavüz ve çeşitli işkenceler var.
Son olarak gelelim Çin’in büyük bir servet kazandığı ‘organ ticareti’ne! Toplama kamplarında tutulan pek çok mahkumun kalp, akciğer, kornea, karaciğer gibi organları (ç)alınarak bilhassa Arap ülkelerindeki Müslümanlara(!) HELAL ORGAN olarak pazarlanıyor. Yıllık nakil sayısı 100.000’i buluyor ve Çin her yıl bu helal ticaretinden yaklaşık 4 milyar dolar kazanç(!) sağlıyor.
Bir sonraki yazımda bu yaşananlara ek olarak toplama kamplarına alınan Uygur Türklerinin kamp programlarına ve yaşamak zorunda bırakıldıklarına üzülerek değineceğim. Bu yazımı Uygur kardeşlerimizden Cevlan Şir Muhammed’in şu yakarışıyla bitirmek isterim:
“Ey İslam dünyası, ey insanlık artık uyanın! Ey zulmü, soykırımı göremeyen İslam dünyası! Artık uyan. Çin, toplama kamplarındaki Uygurların iç organları alarak İslam ülkelerine helal organ diye satıyor. Sizden kazandığı parayla Uygur Türklerine karşı yaptığı soykırımla sizi susturmaya çalışıyor. Ey İslam dünyası, ey insanlık artık uyanın. Ailem bana sadece dediği için Çin zindanlarında işkence çekiyor. Annem şu anda zindanlarda işkence çekiyor. 2 buçuk senedir ailemle iletişim kuramıyorum.”